28 Kasım 2011 Pazartesi

O SAÇLAR VAR YA...



O saçlar var ya.. Aslında gerçek değil…

***
Efendim, Gana’ya geleceğim anlaşıldı; alışverişler yapıldı, ağızdaki bütün dişlere dolgu yapıldı, aşılar olundu, blog hazırlandı, ilaçlar alındı, bilgisayar formatlandı, gidildi Londra’dan sıtma ilacı getirildi, tüm resmi evraklar ve pasaport yenilendi, vize alındı, ev toplandı-depoya verildi, bavullar toplandı veeeeeeee sıra saçlara geldi!

Gelmeden önce aylarca saç modeli baktım. Rastalı saçın vahâsına geliyordum şaka mı.. Ördürsem mi, rasta mı yaptırsam.. 
***
Buraya geldiğim ilk günlerde KMA’da (Belediye Binası) sıkça zaman geçiriyordum hatırlarsınız. Oradaki kadınların saçlarına dikkat ederken ederken kendime harika bir model buldum. Örgü değil de burgu gibi yapılmıştı. Kızcağızı yolundan çevirip sordum, nasıl yapılıyor, benim saçım çok düz ya şimdi, seninki gibi yapılır mı? (Kadınlık her yerde kadınlık; saç baş tırnak devreye girince, ne ırk farkı kalıyor, ne yabancılık, ne farklılık…) Anlatmaya başladı;
“Niye yapılmasın ki, bu saçlar gerçek değil, hazır örülmüşünü getirip kafana takacaklar:)))) Hiç de bir şey olmaz, kritik olan, nerede yaptıracağını bilmen. Yeterince tecrübeli birisi değilse saçını kırabilir, örgü hevesin bittiğinde saçını kısa kestirmen gerekir. İster misin sana bir yer önereyim?”
Evet. O örgü örgü uzun zenci saçları var ya, gerçek değilmiş. Aslına bakarsanız sevindim, aaaaa dedim tamam, saçlarımı uzun rasta yaptırıyorum, bir de pembe bant takıyorum; üniversite yıllarım boyunca saçlarıma kıyıp da ulaşamadığım o hippi görüntüye, 29 yaşım itibariyle Afrika’da kavuşuyorum! :) İşte bu!
Derkennnnnn…
Eylül'ün Stockholm’deki Gana’lı arkadaşı Nadeede oralardan yetişti, SAKIN HA!
Örgü yaptırmanın bir bedeli varmış. Saçlarını kaybediyorsun.
2 yolu var;
Ya gerçek uzun saçını koruyacağın şekilde, kafa derine yapıştırarak, ince şeritler halinde örüyorlar; taktıkları yeni yapay örgü tanelerini de, gerçek saçının örgülerine kancayla dikiyorlar. Yani gerçek saçını onlarca farklı yerinden, farklı yönlere doğru çekiyorlar. Saç tamamen açıldığında perişan olmuş oluyor, her tarafı ayrı kırık ve cansız olduğundan, kestirmek zorunda kalıyorsun.
Ya da, saçını 2 cm kalacak kadar kısa kesiyorlar, örgüleri gerçek saçının ucuna takıyorlar. Böylece saçını baştan kaybetmiş oluyorsun, endişeleneceğin bir durum kalmıyor.
Olay burada bitmiyor. Örgüler gerçek saç’tan yapılmadığı için (bilmediğini tahmin ettiğim erkek arkadaşlarımla paylaşayım, gerçek saç –hele de uzun ise-, çok yüksek fiyatlara satılır) ağır. Kafa derini, gün boyunca çeşitli yerlerinden aşağıya doğru çeken bu yapay ek’ler, her gün ağrı yapıyor, sürekli ilaç içiyorsun.
Yıkamak da yasak. Saç gerçek değil ya, kurumuyor. Nem de çok yüksek olduğundan, bir iki güne kokmaya başlıyor. Bu yüzden kepek önleyici, saçını yağını alıcı bir tür kuru şampuan kullanılıyor. İşte o şampuanla ne kadar dayanabilirsen, o kadar süre kullanıyorsun rastalı/örgülü/burgulu. Genel kanıya göre ortalama kullanım süresi 1 ay. Ama bu süre içinde de son bir sınavdan geçiyorsun, kaşınmayacaksın. (Kaşınırsan örgü tel tel havalanmaya başlıyor, daha kısa sürede bozuluyor.) O haftalarca yıkanmayan kafa, kaşınıyor. Ve sen kaşıyamıyorsun. Çok mu bunaldın, vurabilirsin kafana. Sokaklarda, evlerde, dükkânlarda, kadınlar kafalarına vuruyorlar. Gerçekten :)
***
Ve böyleceeeee… “Rastalı Ben” de, yanıyor, bitiyor ve kül oluyor..

P.S. Deli mi bu insanlar, bu eziyete kim katlanır diyebilirsiniz. Basit. Saçları güzel değil…
Uzamıyor, seyrek, çok sert ve çok kıvırcık. Bob Marley’inki gibi uzadıkça gibi bonus’a dönse onun bir tarzı olur ama anladığım kadarıyla ona sahip olmak da şansa bağlı. Geri kalan herkesinki, tüy gibi karmakarışık, bir tarafa yatıştırmak için yağ sürülmüş, yağ parlağı saçlar. Alternatifi de.. Bol ağrılı, bol masraflı da olsa, güzel olmak. Tabii ki herkes güzel olmayı tercih ediyor.

Sevgiler,





24 Kasım 2011 Perşembe

SOL EL TÜ-KAKA.

“Sana bir kısa yol göstereyim mi? Bunun adı Ctrl+C, Mouse kullanmadan da kopyalayabilirsin o cümleyi. Ctrl + C. Yok.. Şu parmak Ctrl’ye basıyor… Tamam şimdi onu yerinden kaldırmadan C’ye basıyorsun. Bir kere. Dur dur dur, yüz tane C oldu, silelim onları şimdi, gel backspace tuşuna.. Hah, gel şimdi, tamam teker teker sil şimdi o C’leri…”

Bu hafta 2 büyük eğitim vardı, 15’er kişilik iki öğretmen grubuna temel IT eğitimi verdik. Gözünü sevdiğim facebook nelere kadir… E-mail adresini, e-mail’inin şifresini, hatta şifreyi kaybettiği zaman hatırlatmak için kendisine sorulan güvenlik sorusunun bile cevabını hatırlayamayan öğretmen arkadaşlarım, facebook hesaplarını gayet akıcı şekilde kullanabiliyorlar :) Bana sorarsanız iyi bir şey, en azından isimlerini yazarken hızlanmışlar…

***
Bir bilgisayar laboratuarında çalışmanın çeşitli zorlukları var Gana’da. Örneğin; laboratuarın kapısı kilitli. Bilgisayarlar bozulduğunda tamir edecek adam olmadığından, bazı okullar kendilerine çeşitli ülkelerdeki çeşitli uluslar arası firmalar tarafından bağış olarak gönderilmiş olan bu bilgisayarları korumak adına, kilit altında tutmayı uygun bulmuşlar. Okulların bir kısmında, laboratuara öğrenci girişi tamamen yasak.
“Bu resimde gördüğünüz ekranın adı bilgisayar ekranı. Bu, ekran açma tuşu, bu da hard drive, yaptığınız bütün işlemler burada gerçekleşiyor. Şu gördüğünüz kablolu alete mouse deniyor. … Sayalım bakalım, depolama aletleri nelermiş; USB, CD, Disket…” de ortada bilgisayar yok, ders kendi sınıflarında…
Bir grup okulda ise laboratuarın kilidi, müdür odasında duruyor. IT öğretmeni gidip kilidi açıyor, çocuklar içeri giriyor, ders yapılıyor, çıkılıyor, kapılar tekrar kilitleniyor.  Bunun yanında tüm bilgisayarlar virüslü. Çoğu zaman eğitim vermeye gittiğimiz okulun labaratuarına 2 saat önce giriyor, bütün o bilgisayarlara önce format atıyor, sonra antivirüs programı yüklüyoruz. (Benim yatırım işleri ile uğraştığım 7 haftalık dönemde, Steffi bilgisayar formatlamayı, yazılım yüklemeyi filan öğrenmiş! :))
Bilgisayarların hepsi birden çalışmıyor asla. Mesela bir lab’a girdiğimizde karşımızda yenili eskili 20 civarında bilgisayar buluyoruz. Çalıştırmak için tuşlara bastığımızda prizlerden kıvılcımlar (topraklı priz fikri tabii ki yok; nasıl oluyor da yangın çıkmıyor cidden anlamıyorum) çıtırdıyor. Haliyle o prizleri kullanmamaya çalışıyoruz. Kalan bilgisayarların bir kısmının ekranı çoktan bozulmuş, bazısının klavyesinin olmayışı gibi problemleri var. Çalışan ekranlarla, gövdeleri eşleştirerek kendimize daha çok sayıda  çalışan bilgisayar ayarlıyoruz. Sonra elimizdeki bir grup çalışan bilgisayara USB’ler üzerinden anti-virüs programı yüklüyoruz. Onların da bir kısmının hakkından gelemiyoruz. İşte sonuç olarak eğitim vermek üzere hazırlanmış elimizde 5-6 oluyor.
Çoğu bilgisayar eski model. Kablosuz wifi kartı yok içinde. Internete bağlanmak için kabloya ihtiyaç duyuyor. Tek bir modemden çıkan yarısı bozuk kablolarla bir şekilde internete ulaşmaya çalışıyoruz. 2 bilgisayardan 1’si bağlanabiliyor. Ara ara iyice eski modeller ile karşılaşıyoruz. Mesela USB girişi olmayan bilgisayarlar gördüm. Bir tanesi ise floppy disk kabul ediyordu sadece, en son üniversite birinci sınıfta kullandığım...
***
Steffi geçende diyordu ki, buraya gelmeden burayı anlamak imkânsız. Bir şey yaptım zannederek 20 tane bilgisayar gönderiyor, Afrika’da bir okula laboratuar kuruyorsun. Ama o laboratuarın interneti, yedek parçası, aylık bakımı öyle zor ve maliyetli ki, bilgisayarların kullanılamıyor. Kısa dönemde amaç bir öğretmenin bilgisayar ve internet kullanması ise, laboratuara bir bilgisayar ve bir projektör yeter esasında. (Gönül tabii ki ister çocuklar bilgisayarla haşır neşir olsun da, açıkça ortada ki onu yapamıyoruz, önce temel işlerimizi halledelim) Projektör almak/göndermek haliyle kimsenin aklına gelmediği için, asla bulunamayan ve aşırı pahalı bir alet olmuş burada..! Yana döne projektör arıyoruz haberiniz olsun, toplam 30 adet projektöre ihtiyacımız var, proje dâhilindeki 30 okulda kullanılmak üzere. En basit, bozulduğunda kolayca tamir olacak cinsten. Aklınıza gelen bir kaynak olursa bana yazar mısınız? Vallahi bilgisayarın kendisinden daha önemli.
***
Günler öyle hızlı geçiyor, o kadar çok şey oluyor ki… Bir kasırga canlansın gözünüzde, gün içinde dikkatimi çeken yüzlerce ilginç kareyi hızla içine çekiyor. Rüzgârın içinde, tüm o insanlarla, olaylarla, gelenekle, gündelik diyaloglarla birlikte dönüp duruyorum. Toza ve gürültüye alışıp da gözlerimi açabilecek hale geldiğimde her şey sıradanlaşmış oluyor. Bu yeni hayat benim için öyle farklı ve haliyle öyle yoğun ki, zihnim tembellik edip de kendini bırakıveremiyor. Yorgunluktan her akşam 9’a uykum geliyor, resmen şarj olmaya bırakıyorum kendimi. Yazmak için biriktirdiğim birçok şey, başka birçok şeyin gölgesinde kalıyor; ben yazana kadar enteresanlığını yitirip gözümde normalleşiyor. Ama biliyorum, bunlar dünyanın geri kalanı için hala ilginç. Birkaç küçük not ekliyorum şimdi;
Her toplantı, eğitim, kutlama, resmi tören öncesi bir toplu dua faslı var. Toplantının / yeni proje gündemimde eğitimin sahibi, salondan yaşı ilerlemiş, bu işlerden anlayan birisini seçiyor, başlangıç duasını yapması için ricada bulunuyor. Hep birlikte ayağa kalkılıyor, dua başlıyor:
“Tanrım, bugün burada bir araya geldik çalışacağız, zihnimizi aç, enerji ver, verimli bir toplantı yapmamızı nasip et… vs vs Amin”
Sonra eğitim bitiyor, toplantı sahibi bu sefer kapanış duasını rica ediyor;
“Tanrım, bugün burada bir araya geldik çalıştık, öğrendiklerimizi tekrar imkânı ver, yapmayı planladığımız yeni çalışmalar için bize güç ver, buraya kadar gelen ve bize destek olan Steffi ve Esra’ya koru, onları kutsa… vs vs Amin”
***
Başka bir tanesi;
Yemek sağ elle yeniyor (Gana mutfağında çatal bıçak yok, Avrupa’lıların müdahalesi ile gelmiş çatal bıçak. İstersen lokantalarda mutfağın bir ucundan bulup çıkartıp 2 çatal koyuyorlar tabii önüne ama geleneksel yemeklerin doğası elle yemekten geçiyor. Konya’ya gidip de etliekmek için çatal istemek kadar garip bir şey bu :) Haliyle sağ el temiz. Geri kalan her türlü kirli iş için sol el kullanılıyor. (Fufu maceralarından hatırlarsınız, yemeği tek elleri ile yiyorlar, sol el sadece sağ eli yıkayan suyu döküyor). Haliyle sol el tu-kaka. Sol el ile tokalaşmaya kalkarsanız ağır hakaret sayılıyor.
***
Başka başkaaaaaaa….

Tokalaşmak farklı :)
Özellikle yeni tanışma ise, önce bildiğimiz anlamda el sıkışılıyor, sonra sıkışılıyor da sıkışılıyor, sıkışılıyor da sıkışılıyor, koyun pazarlığındaymışsınız gibi uzunca bir süre el ele duruyorsunuz. Sonra eller yavaşça gevşiyor, birbirinden uzaklaşarak orta parmaklara kadar geliyor, bu noktada karşı tarafın orta parmağından güç alınarak parmak şıklatılıyor. Video çeksem diyordum ama youtube’dan güzel bir sahne buldum, aşağıda hizmetinizde :)

















Ben baya öğrendim, böyle el sıkışıyorum artık :) Bu arada şu uzuuuuun uzun el sıkışma hali var ya, elinizi erken kaçıracak olursanız hakaret sayılıyor. Siyah bir kişiye dokunmaktan hoşlanmadığınızı düşünüyorlar.
Beni yakın tanıyanlar gülüyorlar bu duruma eminim!  Ben samimi olmadığım kişilerle temas etmekten hoşlanmam da..! Ona da alışıyorum…
***
Sonraaaaaaa….
Okullarda yemekhane kafe gibi alanlar yok. Onun yerine bir tane patlamış mısır makinası ve başında bir kadın var. Çocuklar öğle tatilinde mısır yiyorlar. Onun dışında evden de getirebiliyorlar, bu sıcakta bir şey saklamak pek mümkün olmadığından genellikle pilav yiyorlar. Tabak çanak yok tabii. Suyu poşetten içen arkadaşlarım, pilavı da poşetten yiyorlar. Pratik bir şey esasında. Hani kek kreması sıktığımız kumaştan huni şeklinde bir tüp vardır ya. Onun gibi, ucu delik poşetlerden ağızlarına hamur olmuş pilav sıkıyorlar. Yüzünüzü büzmeyin hemen, zevkli bir şey. Bu sıcakta öğlen yemeği yeme adetleri yok. Biz bile alıştık, bir elma yiyoruz öğlen, tamam.
***
Son olarak;
Öğle tatilinde ve onun dışında her zaman yenilen bir mucize besin var ki, daha önce adı birkaç kere geçti. Plantain. Şu muza benzeyen ama daha büyük ve yeşil meyve. Sokaklarda ızgara ocaklarda pişiriyorlar. 1 plantain’in bedeli 1 TL. O ne lezzetli bir şey var ya… Yanında minicik torbasında 1 ölçü yer fıstığı ile birlikte. Hergün 2 tane yiyorum! Valla biz Gana’da muzu ve plantaini yer fıstığı ile yiyoruz. Her muz veya plantain için bir ölçü fıstık yeniyor. Nasıl doyuruyor insanı bilseniz :)

***
Şimdilik bu kadar kalsın, yazıların sonuna üçer beşer ekleyeceğim bu detayları. Dönünce unutmak istemiyorum!
***
Bugün Nikon’u yanıma aldım, fotoğrafa pek fırsatım olmadı ama olduğu kadarını blog’un facebook sayfasına yüklüyorum.:

***
P.S: TURKCELL BÖ! Blog yarışmasında bana oy verir misiniz :) Sağdaki sarı Turkcell kutucuğundan “oy ver”i tıklıyorsunuz, karşınıza çıkan ekrandan kayıt oluyorsunuz. Telefon numaranızı doğru verin olur mu, bir konfirmasyon kodu gönderiyorlar. Teşekkür ederim :)




20 Kasım 2011 Pazar

SU NE YAPILIR? A) İÇİLİR B) EMİLİR




Biz burada suyu “saşe”lerden içiyoruz. Kenarından dişimizle minik bir delik açıyor, oradan emerek içiyoruz.

Öyle ya, çok sıcak, suya sürekli ihtiyaç duyuyor insan. Ya yanımızda –ilkokulda taşıdığımız plastik emzikli olanlardan- suluk taşıyacağız, yada 1,5 lt’lik şaşal şişelerden alacağız. Gana’lılar kendi yollarını bulmuşlar. Suyu poşetten içiyorlar. Bir pratik ki! :)

***
Yarım lt’lik poşetçikler halindeki saşe suyu her yerde bulmak mümkün. Trafikte, sokakta, okulda… Her yerde satılıyor. Herşey gibi su da kafalarda satıldığı için beklenmedik yerlerde –örneğin okullarda öğretmenler odasında- görmek mümkün. E bir de, çok basit bir şey, insan çantaya iki tane saşe atıveriyor, tamam. Yer de kaplamıyor...
***



Çeşme suyu içilmiyor burada. “Ne var canım biz de içmiyoruz” diyorsunuz ya, burada meyve filan da yıkanmıyor. Diş de fırçalanmıyor çeşmeden akan su ile. (Ancak pişireceğimiz şeyler için kullanabiliyoruz bu suyu) Haliyle, salata yapacağız diyelim, önce genişçe bir kaseye 1 saşe su dolduruyoruz. Domatesler bitince suyu yeni bir saşe ile değiştirmeli, marulu yeni suda yıkamalıyız. Haliyle evde de çok kullanılıyor. O yüzden “ev için” özel paketleri var. 50'lik saşe poşetleri ile aldığınızda sizi bir hafta filan idare ediyor.
***
Asıl bomba şimdi geliyor. Bu saşe ambalajlar yaygın olarak su için kullanılsa da içki satmak için de kullanılıyor! Sadece televizyondaki reklamını gördüm şimdilik ama bazı barlarda şişeden değil saşeden koyuyorlarmış. Aşağıda iki reklam:
***





P.S. Bu arada şamanın ruhunu bekleyen arkadaşlarım için; bu hafta da gidemedik. Yine birisi sıtma oldu, ötekinin bilmemkimi Akra'dan geldi, herkes ortadan kayboldu, ben de tek başıma gitmeye çekindim. Şimdilik belirli bir tarih de yok...

Sevgiler,







14 Kasım 2011 Pazartesi

ONA GÖRE FETİŞ BANA GÖRE ŞAMAN PEŞİNDE...

…Ana yoldan, kırmızı toprak bir patikaya saptık. Artık varlığına alıştığımız türden iki derin hendeği arabayla aştıktan sonra, genişçe bir otobüs durağı geçtik. Yüzü beyaz kireçle boyanmış bir kadın; burun ve göz çevresine topraktan bir maske tutturulmuş bir adam; aralarında elinde çalı süpürgesiyle zıplamakta olan yalınayak bir çocuk… “Obroni”lerin uğramadığı bu köyde ne işim olduğunu merak ediyor, uzun uzun beni süzüyorlar. İlerliyoruz.
Bu sefer karşımızda, eve benzeyen, dikdörtgen biçimindeki avlunun çevresine dizili, enine uzun ince 3 bina.  Ortada beşgen şeklinde, çatılı bir yapı. Beşgenin her kenarını dolduran birer sandalye bulunuyor, ortası boş. Binaların dış cephesi boyunca ahşap sedirler. Sedirlerin üstünde oturan kadın ve erkekler. Herkes gibi, sessizce oturuyoruz biz de. Kwaku bu rahibi daha önce görmemiş. “Saygılı bir biçimde bekleyeceğiz, onlar bizi yönlendirecek” diyor. Neden sonra bir adam gelip bizden para istiyor. Kwaku, twi dilinde, olmaz diyor. Cümlenin devamında, obroni, gönüllü ve merak kelimelerini seçiyorum. (Twi, içinde bulunduğumuz Asante kabilesinin 2 milyon civarında insan tarafından konuşulan dili, ama İngilizce öyle yerleşik ki, bazı kelimelerin yerel karşılığı hiçbir zaman bulunmamış, o sayede mevzuyu anlamak –ara sıra da olsa- mümkün). Adam gidiyor, binalardan birinin içine giriyor, güler yüzle geri dönerek, içeriyi gösteriyor.
-          Ayakkabılar çıkacak. Yapabilir misin?
-          Tabii.

***
Rahip bir kadın!
Geleneksel elbiseler içinde, elleri ayakları hem manikürlü hem kalıcı kırmızı ojeli, yalınayak bir kadın! Tamamı beyaz fayans kaplanmış bir odada, iki basamak yukarıda, taht gibi ahşap bir koltukta oturuyor. Duvarda tozlu çerçeveler içinde fotoğrafları asılı. Farklı dönemlerde çekilmiş, eskisi yenisi bir arada fotoğraflar. Üstlerinde, kendisine hitaben yazılmış, minnet bildiren ifadeler ve imzalar var. Bizi, tam karşısındaki iki sandalyeye buyur etti.
Uzun uzun Kwaku'yla konuştular önce.
-          Esra, üzgünüm, bugün ayin yokmuş, başka rahip deneyeceğiz.
-          E hani Pazar günleri oluyordu bu ayin?
-         Öyle demişlerdi ama ruh bugün gelmemiş… Senin ilgilendiğini anlattım, önümüzdeki hafta yapılacak ayine davet ediyor. Pazar sabah 10.00’da.
-         Ruhun ne zaman geleceğini nasıl bilebiliyor?
-          Kendisi çağıracakmış. Bir de senin fal işini sordum. Ruh kendi bedenindeyken seninle ilgili pek çok şey söyleyebilirmiş ama şu an bizden farksız.
Önümüzdeki hafta geldiğimizde fotoğraf makinama izin verecek! Karşılığı para değil. Hediye.
***
Bugün bu fetiş rahiplere dair yeni sayfalar açıldı gözümün önünde… Şimdi öncelikle, fetiş rahip, geleneksel din dedikleri inanç sistemi içinde çalışan din adamları. Bir kısmının farklı misyonları da var, var olan değerli bir ruha hizmetkârlık yapmak gibi (Geçende gördüğümüz “altın taht”ın ruhunun koruyucusu fetiş rahibi hatırlarsınız. O amca meğer ünü ülkenin dört bir yanına yayılmış önemli rahiplerden birisiymiş. Kumasi’nin büyük hastanesinin yerine o karar vermiş örneğin, ruhların rahatsız etmeyeceği, güvenli bir yermiş orası.) Onun dışında tüm rahipler ve tabii “geleneksel din”, tek tanrıya inanıyor, bunun yanında doğanın, enerjini ve ruhların uyum içinde olması gerektiğini savunuyor, her birine saygıyla yaklaşıyor. İnanca göre tanrı, gökte oturuyor, dolayısıyla gökyüzünün ve hava durumunun önemi aşikâr. Bunun yanında güneş ve ayla ilişkilendirdikleri pek çok ayin var. Topraktan ve sudan gelen ruhlardan bahsediyorlar. Ayin denilen şey de, bulunulan coğrafyadaki, toprak veya akarsuyun ruhunun, rahibin bedenine gelmesiyle başlayan müzikli danslı bir seremoni. Rahipler bu ayin esnasında “bilinmez” bir dil kullanıyormuş. Rahibin yetiştirmekte olduğu asistan tarafından, ayine katılanlar için çevirisi yapılan bu dili başkaları anlayamıyormuş. Bilmem bir yakınlık kurdunuz mu?.. Bahsedilen “geleneksel din” pagan dini değil… Şamanizm’den bahsediyorlar. Şamanizm’i okuyalım diyenler için: http://tr.wikipedia.org/wiki/%C5%9Eamanizm
Wikipedia’ya göre Şamanizm, yalnızca Orta Asya’da ve Türkler tarafından kabul edilmemiş. Dünya’da pek çeşitli lokasyonlar veriyor, bu dini uygulayan kabilelere dair. Aralarında Kuzey Afrika var ama, Gana’nın bulunduğu Batı Afrika’dan bahsedilmiyor. Batı Afrika inançlarını araştırınca ise birkaç kuru mitolojik hikaye var ama Şamanizm’le bağlantı kurulmamış. Zaman içinde daha iyi anlayacağımı umuyorum.
Fetiş rahiplerin, ayin yapmak dışında birkaç önemli işi daha var. Şifacı’lar. Buraya gelirken gördüğümüz otobüs durağındaki insanların yüzlerindeki boya ve toprak, rahibin yaptığı bir şeymiş. Rahipler büyüye genellikle karışmıyor fakat bir tür mahkeme görevini üstlenmiş durumdalar. Birisinin işlediği bir suçtan şüphelenildiğinde, büyü ile kişiyi konuşturuyorlar. (Örneğin sıkça duyduğum bir hikayeye göre rahip, elindeki tavuğu keserken söylediği sözler ile, suçunu itiraf etmeyen suçlu kişinin ruhunun, ölü tavuk bedenine hapsedilmesi suretiyle kişiyi ölüme mahkum edebiliyormuş.) Halk da korkusundan ya suç işlemiyor, ya da işlediği suçu itiraf ediveriyormuş.
***
Bir sonraki rahip, adını asla hatırlayamayacağım bir köyün merkezinde. Maviye boyanmış bir binanın dış yüzeyine resmedilmiş, geleneksel kıyafetler içinde bir adam görüyoruz. Arabaya park yeri ararken Kwaku'nun tanıdığı bir adam koşuyor peşimizden. Rahibin asistanı imiş. Twi dilinde uzun bir diyaloğun ardından 2 cedi ihtiyacı hâsıl oluyor. 5 cedi var, veriyorum. Kwaku ve asistan el sıkışıyorlar, 5 cedi el değiştiriyor. Sonra yine twi dilinde cümleler… Adam bize bir telefon numarası veriyor, arabamızı çalıştırıp uzaklaşıyoruz.

-          Eee n’oldu?
-         Bugün ayin yokmuş.
-         Ne olacak peki?
-         Lafı çok geveliyordu, para istiyor olabileceğini düşündüm, o yüzden “bahşiş” verdim ama öğrenebildiğim tek şey bugün ayin olmayacağı. Haftaya Pazar günü, gün içinde belli olurmuş, o yüzden telefon numarasını aldık, gelmek istersen önce asistanı araman gerekecek.

Gana’da, tüm diğer ülkelerde olduğu üzere kanun olarak devletin yasama kurumunun koyduğu kurallar geçerli. Ek olarak, her şefin kendi bölgesinde oluşabilecek özel durumlar için alt-kanun bulunuyor, ki bunlara şef karar veriyor. Örneğin, Müslümanların da Hıristiyanlar kadar çok olduğu bir bölgenin şefi / sahibi, Cuma gününü Müslümanlar için resmi tatil edebiliyor. Alt-kanunlar da devlete bildiriliyor, bunun kaydını tutuluyor. Bununla birlikte her şef, bir rahip seçerek, bölgesini onun ruhani liderliği altında yönetmeyi tercih edebiliyor. Bölgede birçok rahip olabilir ama –şef seçmiş ise- bir tane ruhani lider bulunuyor.

***
Üçüncü rahibin yerini bilemiyoruz. Sıcaktan da bunaldığımız için Kwaku'nun ailesinin evine uğruyoruz. Herkes abisi, herkes kardeşi, herkes çocuğu… Gana’da kuzenler kardeş sayıldığı için kim kardeş, kim değil anlamak güç. Gerçek kardeşin mi diyorsun, evet diye cevap geliyor. Gerçek babam, kanım dediği adam amcası çıktı! Biraz sonra, benim çiftlik diyeceğim, onların hayvanlarını besledikleri bahçe saydıkları yerde gerçek babayla tanıştık, kendisi ağacın altında şezlonga uzanmış radyo dinliyordu. Ortamda keçiler, koyunlar, tavuklar, köpek ve kediler… Film gibi :)


Annesi bizim için yemek yapmış. Ortadan ikiye ayrılmış, haşlanmış plantain’i, ıspanakla hazırlanmış özel bir sosa batırarak yedik. Bir lezzetli anlatamam… Sos şöyle; -içinde fındık, ceviz filan dövülen bakır havan’ı bilirsiniz. Onun, tahtadan yapılmış, çapı 40-50 cm kadar bir versiyonunu düşünün, bu yemek havanının içinde ıspanak yaprakları ve bolca baharat uzun uzun dövülüyor. İçine halkalar halinde mor soğan atılıyor, o da beraberinde dövülüyor. İyice krema haline geldiğinde tuz ve palmnut bitkisinin yağı ekleniyor. Karıştırılıp servis ediliyor. Bu plantain bitkisi Türkiye’ye hiç gelmiyor ama bu sos ekmeğe de sürülüp yenir. (Gana’da sarımsak yetişmediği için dışarıdan geliyor ve çok pahalı. O yüzden soğan kullanıyorlar, sarımsak daha çok yakışır.) Merak edenler için, tabii ki elimizle yedik.





Son olarak; Kwaku, köye her geldiğinde ölmüş kızkardeşinin mezarını ziyaret edermiş. Eve çok yakına kurulu büyük bir mezarlıkta yatmaktaymış. Birlikte gittik. Enteresan geldi… Hristiyan, Müslüman ve “geleneksel din mensubu” mezarları aynı mezarlıkta, yan yana. Mezarın şeklinden hangi dine mensup olduğunu anlamak bazen mümkün olsa da, çoğunlukla seçilemiyor. Çoğu mezar, mozale-vari kaplamalarla kapatılmış. Zengin evlerin mozaleleri mermerken, diğer mozaleler kalebodur veya fayans döşeli. Mezar taşının içine yerleştirilmiş, camla çerçevelenmiş bir fotoğrafı bulunuyordu ölmüşün. Kızcağız 21 yaşında ölmüş. Nedenini sordum. Aniden ateşlenmiş, birkaç gün sonra da ölmüş, nedenini anlayamamışlar. “Bu dünyadaki süresi bu kadarmış, ruhlar erken aldı onu” dedi.
-          Kwaku, amcanın eli titriyordu fark ettin mi. Sol omzu da azıcık aşağıda duruyor.
-          Yok fark etmedim.
-          Tamam. Kwaku, amcanın eli önümüzdeki sene daha fazla titremeye başlayacak, hareketleri de biraz yavaşlayacak. Sana sabahları yataktan kalkarken hissettiği ağrılardan bahsedecek. Ruhlar istediği için değil ama hasta olduğu için. İnternetten “Parkinson” kelimesini aramanı istiyorum senden.

***
Üçüncü rahibin yerini Kwaku'nun babası söyledi fakat yol bir felaketmiş diye gitmekten vazgeçtik. Bu işlerden anlayan baba, rahip olmasa da fal bakabilen birisinin adresini verdi. Gittik yeni bir köye.
Klasik sahneler… Oooooooob-roni! Peşimde çocuklar…
Tüm köylülerle birlikte, Müslüman falcımızın camide namazının bitmesini bekledik. Kendisi 55-60 yaşlarında, geleneksel giyimli bir amca. Bizi, enine uzun ince koridorlardan geçirerek odasına götürdü. Tavandan sarkan ve yatağı odanın geri kalanından ayıran tül perdelerin diğer yanına buyur edildik. Eski tarz, sade ahşap iskelet üzerine minder yerleştirilen koltuklar vardır ya hani, 80’lerde tüm memur evlerinde var olan cinsten. Oturmam için gösterilen koltukta süngerin dışı kadife ile değil, kalın plastikle kaplanmış. Biraz hışırdıyor ama dikkatim odanın geri kalanında. Sinekler yakamızı bırakmıyor burada da. Stor perde mantığıyla yapılmış cam pencerelerin arasından, bulunduğumuz yarı karanlık odaya çizgi çizgi ışık sızıyor. Işıkların arasında bir görünüp bir kaybolan sineklere bakmaktan vazgeçiyor falcıma odaklanıyorum. Beni koltuğa, Kwaku'yu tabureye oturtuyor, kendisi de yere seccadenin üstüne bağdaş kuruyor. Başlıyor konuşmaya…
“Müslümanlıkta fal yoktur, ruhlarla iletişim kurabilen kişiler pek çeşitli şeyler söyleyebilirler ama fal dediğin anda işin içine şeytan girer. İyi ve kötü bir sürü şey gösterir. Bunların arasında pek azı doğrudur fakat hangisinin doğru olduğunu seçemeyiz. Eğer bir falcı, falında doğru olmayan kötü bir kehaneti söylerse, o şerrin başına gelme ihtimali artar. Kur’an da yasaklamıştır zaten fal ile şeytan ile uğraşmayı. O yüzden, iyi bir Müslüman fal baktırmamalıdır. Ben senin için dua edeceğim, başına iyi şeyler gelmesini dileyeceğim ama falına bakmayacağım.”
***
Anacım, şaman ayini seyretmeyi umarken ne acayip diyaloglar içine girdim ben? Yok, ben istemiyorum fal filan… Zannettim ki “Hande’ye gidelim de bir keyfimiz yerine gelsin” cinsinden fal baktıracağız. Birileri birkaç deniz kabuğuna bakıp bana “hayatımda ne de güzel şeyler olacağını” söyleyecek, sarılıp ayrılacağız. Yok yok… Hiç işim olmaz bu insanların bir ayağı öteki tarafta... Ya da artık bilemiyorum nerede ise…
Yalnız merak ettim, bu adam madem Müslüman, madem bu işler bu kadar tehlikeli… Kendisi neden falcılık yapıyor..?
P.S. Rahiplerin fotoğraflarını çekmeye izin yoktu ama Kwaku'nun ailesinin fotoğraflarını çektim. Fotoğraflar yine facebook’ta. “Like” edip sürekli takip edebilir veya sadece fotoğraflara bakabilirsiniz.


Sevgiler,

10 Kasım 2011 Perşembe

...SIÇAN DİYORSUN YANİ..?!

Kwaku, bu fufu’nun içinde istediğimiz “bush” var ya… Ben bu kelimeyi sadece antilop için kullanıyorsunuz sanıyordum.

- Yok değil, bir sürü hayvan bush olabilir; antilop, maymun, domuz, sıçan…

Hık..! Öhö öhö… Hmmm… Peki şimdi ben bush istedim, antilop eti diye yiyorum ama.. Bu kadın ne koydu benim fufu’mun içine?

Bugün grasscutter varmış onu koydu.

Sıçan yani?

Yok, grasscutter işte

… Sıçan diyosun yani…!!!

***
Hay ben bunu nasıl anlatayım bilemiyorum ki..:) Bir kere tadı güzel, onu söyleyebilirim. Ama tadının güzel olması, günün geri kalanını elimi sterilize etmekle geçirmemi engellemedi.
***
Fufu’yu – travma niteliğindeki ilk tecrübemden sonra / görmek için tıklayınız- birçok kere yedim. Geleneksel de deseler, bir daha o sinekli böcekli, yerde kemiklerin dolaştığı, bir taraftan foşur foşur ellerin yıkandığı bir ortam görmedim. Daha ziyade otellerde ve bizim ofisin bulunduğu -çalışan insanların öğlenleri gittiği- yerlerde yedik. (Açıkçası benim fufu’yu sevmem ve sıkça yemek istemem Gana’lıların çok hoşuna gidiyor; sosyal bir anahtar gibi, “obroni”liğimi azaltıyor. Biraz da o yüzden, ne zaman önerilse tamam diyorum.) Bu arada içine koyulan etleri, çorba çeşitlerini filan tanır oldum.
“1 cedi’lik fufu alayım, üstüne yeşil yaprak çorbası… Yok tabakta ciğerli baharat olmasın… Et olarak bush. Evet 1 parça. Mantarınız var mı? İki tane de mantar alalım.”
***
Antilop için bush diyorlar, Antilop kelimesini kullanmıyorlar. Hem hayvanın kendisine, hem etine. Haliyle zaman içinde ben de “bush” demeye başladım. Ne zaman “bush” desem antilop geldiği için de tereddüt etmedim. Sonradan öğrendim işte… Bush’un derdine fare yedikten sonra çok iyi öğrendim bush çeşitlerini..!
***
Efendim, bush, ormandan çıkan değerli et anlamındaymış. Her şey olabilir, maymun, goril, geyik, antilop.. artık ne varsa. Bu hayvanlar koruma altında oldukları için çoğu yerde avlanmak yasak, haliyle özel tekniklerle köylüler tarafından teker teker avlanıp şehirde satılıyor. O yüzden bu hayvanları yemek istediğinizde tek tek isimlerini söylemiyormuşsunuz. Pahalı bir şeymiş, az bulunurmuş, her zaman olmazmış, doğrudan ismiyle istemek ayıpmış. Güzel et yemek istiyorsan “bush” dermişsin, bush olarak ne piştiyse onu verirlermiş.
Pahalı da bir şey… Fufu’nun içine koyulan bir parça keçi 1 cedi iken (artık sokaktan mı toplayıp kesiyorlar, orasını bilemiyorum :) benim avcumun içi kadar bush’um 10 cedi tutuyor.
***
Yemek esnasında, Kwaku söylediğinde, önce grasscutter’ın ne olduğunu anlamadım, gelincik, sıçan, sincap cinsinden bir şey olduğunu biliyordum da ellerim fufu’nun içinde yüzerken konuyu eşelemek istemedim..! Öğle tatili bitip de ofise döndüğümüzde internetten baktım. Wikipedia, Batı Afrika’da görülen ve değer verilen bir hayvandır,  fareye benzese de kirpi ailesinden gelen 9 kilo civarında bir kemirgendir, diyor. Rahatlamalı mıyım?
Resmi aşağıda:
















***
P.S. Bu arada bir sürü başka şey daha yiyorum buralarda ama fufu her seferinde daha da acayip bir macerayla diğerlerini bastırıyor, bir türlü sıra gelemedi!
Merak edenler için bir küçük özet;
Banku and Tilapia çok lezzetli
Kellewelle zaten favorim
Közlenmiş plantain muhteşem
Jallof rice güzel, yalnızca yanında getirdikleri etleri yakana kadar pişirme adetleri var, ısırılmıyor, eti elinize alıp savaşmak zorundasınız. Tavukları çok kaslı, düzgün pişirilse bile, ısırması çiğnemesi bir alem. 
Kenke'ye pek bayılmadım,
Kurutulmuş balıktan da zaten Allah korusun!

Sevgiler,

8 Kasım 2011 Salı

AFRİKA BENİ KABUL ETTİ :)

Afrika’daki iş hayatının –interneti, e-mail’i, iş iletişimini nasıl kullanması gerektiğine dair, ne yazık ki çok ağır şekillerde terbiye almış özel sektör çalışanlarıyla baş edemeyişini görmek çok enteresan deneyim.
Konumuz: MDC onayı almayı çalıştığım proje.
***
Okuyanlar olmuştur, geçtiğimiz haftalarda MDC Batı Afrika yöneticisine sunduğum bir proje vardı. (Onlar beni, devlete bağlı derneklerle tanıştırıp, bu kurumlar kapsamında ne yapabileceğim konusunda yönlendirmeye çalışıyorlardı, ben de bu süreç içinde kendi projemi teklif etmiştim)
Geçtiğimiz hafta, birlikte çalıştığım arkadaşım Dommie aracılığıyla öğrendim ki, Afua projeyi Dommie'den dinleyince kabul etmiş, haliyle öngördüğümüz stratejik ortağın ofisinde hazırlıklarıma başlayabilirmişim.
İlgili ofise gidip projenin ana iskeletini çıkarttım, başlangıç işlerin bir kısmını tamamladım ama bir taraftan da hafta boyunca MDC'deki kimseden haber alamayınca huylanmaya başladım. Güzel bir proje sunumu hazırlayıp MDC Amerika’ya, her şeyin başındaki direktöre mail attım. Kendisine çok iyi haberlerim olduğunu, powerpoint sunumu halinde göndermekte olduğum projemin Afua tarafından kabul edildiğini, şimdi hazırlıklara başlamak üzere bir dernek ofisine yerleştiğimi; MDC üst yönetiminden bir yatırım danışmanını bu projeye atayabilirse daha da verimli ilerleyebileceğimizi bahsettim.
Bu arada VITAL projesinden, MDC gönüllüsü olmam için beni talep eden kişinin kim olduğunu ve benden beklentisini öğrenmek istediğimi, çünkü bunu MDC Gana’nın herhangi bir beklenti tanımlamadığını paylaştım. (6. Ayın sonunda beni değerlendirebilmek için bunu yapmak zorundalar) Mail içeriğinde Afua veya Dommie'den hiç bahsetmedim ama cc’ye şirkette bizim gönderildiğimiz yerlerden sorumlu olan kontağımı ekleyince, konunun Afua'yı –ışık hızıyla- harekete geçirmesini umuyordum…
***

VITAL tarafındaki kontağım burada olan bitenden tamamen haberdar ve Afrika’ya gelen tüm gönüllülerin 1. aylarını yerleşmek ve adapte olmakla geçirdiklerini, sakin olup ortama ayak uydurmamın beni rahatlatacağını söyledi. Açıkçası ben Afua'nın sadece “fırsat bulamadığı için” benimle ilgilenmediğini, projemi de içeriğine bile bakmadan “kabul etmiş gibi” yaptığını düşündüğüm için biraz gürültü çıkartmam gerektiğine inanıyordum. Anladık farklı kültüre adapte olacağız da, adapte olup çalışmayı mı bırakalım yani!?
***

Velhasıl eşzamanlı giden başka gönüllülerin başka mevzuları da eklenince, bir aydır kendisinin deyimiyle “zaman bombası üzerinde oturmakta olan” Afua'nın günü aniden boşalıverdi. Tartışmanın içeriğinden bağımsız olarak, fazlasıyla rekabetçi iş hayatlarımızda erkenden pişmek zorunda kalmış iki birey olarak, ev arkadaşım Steffi ve benim, bambaşka tarzlarla da olsa yapısal olarak çok gelişmiş tartışma biçimimizi izlemek güzeldi.
Sonuç olarak, süper verimli geçen 2 saatin ardından, bugün hem projem kabul edildi, üstüne de buradaki bir meyve suyu firmasının büyütülmesi için fizibilite ve yatırımcı ilişkileri eklendi.
Çok şükür Afrika beni kabul etti!

***
Proje ile –özellikle şirketten-  ilgilenenler olabilir, birkaç özet bilgi paylaşıyorum;
Bu bir “şehir pazarlama” projesi. Kumasi şehrinin, Afrika ile ilgilenen yatırımcıyı etkileyebilecek bir takım özelliklerini market ederek, şehri bir endüstri markası haline getireceğiz.
Amacımız, 2013 yılının Mayıs ayında Helsinki’de gerçekleştirilecek olan MDC – Afrika Yatırım Zirvesi’ne hazır projeler götürmek.
O zamana karar tam 1,5 senemiz var. Bunun ilk 6 ayında ben, projeye dahil olacak farklı devlet kurumlarını ve dernekleri bir araya getirerek işin ana planlamacısı olacağım. Ürünün özüne, ana mesajlarına karar verecek, iletişim kampanyasını oluşturacağım. Ardından ilk sunumları hazırlayacak ve teklif programını çıkartıp, ülkeme döneceğim. Benden sonra iki kademeli yatırımcı görüşmeleri olacak. İlk tekliflerin ardından gelen değerlendirmeler toplanacak, elimizdeki tüm malzeme revize edilecek. Helsinki’deki sunumlar yapıldığında, projeler kabul edildiği anda yürümeye hazır vaziyette olacak.
Eş zamanlı olarak çalışan ikinci bir grup ise, devlet kanadındaki –yatırımı bloke eden- aksaklıkları gidermek üzere hükümetle görüşmelere başlayacak. Banka faizlerinin astronomik oluşu veya devletin onay prosedürünün 5 ay sürmesi gibi. Stratejik ortağımızın bir devlet kurumu olmasını istememdeki temel sebep buydu başından beri; kurumun genel başkanı bir parlamento üyesi ve bölge yöneticisi de gerçek bir kabile şefi. Gana’da bürokrasi bir kör kuyu olduğu için devlete bu yoldan erişmek daha kolay görünüyor.
Bana şans dileyin! :)

Sevgiler,