29 Ocak 2012 Pazar

CENAZEDESİN, KALK DANS ET AZICIK! :)

Efendim… Cenazeye gittik.

***
-          Kobby, şimdi ben bu makinayı yanıma aldım ya, orada fotoğraf çekmem abes olmayacak değil mi? Yani.. Tamam biliyorum, cenazeler kutlama gibi, eğlenceli geçiyor ama.. Günün sonunda ortada yas var, birisinin şakır şukur fotoğraf çekmesine sinir olmazlar mı?

-          Yok Esra neden olsunlar? Sen beyazsın, sadece gelmen bile yeterince güzel bir şey. Mesela benim düğünümde de vardı beyaz birileri, bir taraftan fotoğraf çekiyorlardı, görmüştüm ama müdahale etmemiştim. Hoşuma gitti görmemezlikten geldim…

-          Düğününde diyorsun yani… Cenaze gibi bir şey… Bir farkı yok diyorsun..???

***



“Cenazeler 101” isimli dersimize geri dönecek olursak… Bu konunun, Gana’da farklı bir açıdan ele alındığını görüyoruz. Şöyle ki; geleneksel din inanışına göre, ölen kişi, göğe yükseliyor, “atalar”a karışıyor. Bu demek oluyor ki, sonsuzluk âleminden dünyayı izlemek üzere, insanların doğru ve yanlışlarını değerlendirip, başlarına gelecek iyi-kötü şeylere karar verecek bir seviyeye erişiyor. (Benim naçizane çıkarttığım anlama göre, tanrılaşıyor.) Bu, müzik ve dansla kutlanacak kadar değerli ve büyük bir olay. Yani, yakınını kaybettiğin için kendi acına ağlamaktansa, onun eriştiği bu yeni ve huzur dolu “form?” için mutlu olunuyor.
İnsanın aklına sorular geliyor…
* Bu ölüm -ve sonrası- açıklaması, geleneksel dinin, fetiş rahibin söyledikleri üzerine kurulu… (Fetiş rahipkimmiş öğrenmek için tıklayalım) Gana halkının tamamına yakını büyük dinlere inandığı ve onu yaşantısının odağı haline getirmiş durumda olduğu göz önünde tutulduğunda… Önemli dinî törenlerden birini tamamıyla farklı bir inanç sistemine göre yaşaması garip değil mi?
Onlar garip bulmuyor. Geleneksel din, bir inanış olmasının ötesinde, ulusal kimliklerinin o kadar önemli bir parçası ki, geleneğin arkasındaki açıklamayı değerlendirmek yerine, kabul ettikleri yeni ve büyük dine adapte etmeyi tercih etmişler. Hıristiyan olanlar, günler süren bu cenaze programının bir kısmına, kilise töreni ve tabut başında konuşma yapma faslını eklemişler örneğin.

** Bu insanlar duygusuz mu peki? İnsan ailesinden birisini kaybettiğinde acısını yaşamaya ihtiyaç duymaz mı? Yattığı yerden günlerce ağlamak yerine, becerip de sevinebilir mi gidenin adına?
Tabii ki ruhsuz değiller, yas tutuyorlar. Ama yas ve cenazeyi birbirinden farklı algılıyorlar. Yas, gidenin arkasından üzülüp ağlama faslı. Ölümün ardından uzunca bir süre, -özellikle eş’ler- 1 seneye kadar uzayabilen sürelerle siyah giyinerek dolaşıyor, gülmüyor. Bütün bu acının arasında cenazeyi organize etmiyorlar. İnanışta, -Müslümanlıkta olduğu üzere- ölüyü aynı gün veya mümkün olan en hızlı şekilde gömmek diye bir şey yok. Beden, kiralık morglarda bekletiliyor. Yaslı aile, ruhen ve maddi anlamda hazır olana kadar, bazen aylarca- tutuluyor.

*** Ruhen iyileşmeyi anladık da… Maddi anlamda hazır olmak nedir? Olay bi’ mezar, bi’ tabutun başına gelmiyor mu, maksimum ne kadar olabilir ki bu maliyet? Derseniz…
Ondan biraz daha karmaşık. Öncelikle, bedeni morgda tutmanın bir maliyeti var; çeşitli büyüklük ve prestij ölçülerine göre morg alternatifleri bulunuyor tabii ama ortalama bir soğuk dolabın aylık kirası 100 – 150 cedi civarında. (Bir memurun maaşının dörtte biri kadar)  Onun dışında, cenazeye şehir dışından katılacak akrabalar ve yakınlar için yer hazırlanması gerekiyor; birkaç gün boyunca kalabalık bir grubun misafir edileceği düşünülünce, evde badana, boya, perdelerin yenilenmesi, ekstra yer yatakları alınması gibi ihtiyaçlar hâsıl oluyor. Bu insanlar kaldıkları süre boyunca doyacak tabii, eve erzak alınması gerekli. Ayrıca cenaze töreni sırasında kiralanacak, ses sistemi, dj, orkestra, sandalye ve gölgelik çadırların kurulumunu üstlenecek organizasyon firması, gelen misafirlere verilecek et ve alkollü içecekler, özel cenaze kumaşından dikilecek elbiseler, davetiye basım ve dağıtımı… Kıyamet gibi iş ve maliyet var. Hazır olmak, cenazenin büyüklüğüne, ölen kişinin prestij ve yaşına, ailenin sosyal konumuna göre 3 ay ile 1 sene arasında sürüyor.

***
Bizim proje okullarında çalışan Bright isminde bir öğretmenin annesi vefat etmiş (yanda fotoğrafta gördüğümüz arkadaş), 3 ay kadar önce. Ortalama bir ailenin, ortalama bir cenazesine davet edildik bu hafta. Cenazelerin tamamı cumartesi günleri başladığı için, dün öğlen, birlikte çalıştığımız Kobby ile çıktık gittik. Tören başladığında, katılımcılar için herkesin bildiği bir “yapılacaklar” listesi var, yanımızda Kobby'nin bulunması nasıl rahatlattı anlatamam.




Öncelikle, orta alanı dans edecekler için ayrılmış L şeklinde dizili plastik sandalyelerin bulunduğu tören alanına girdik. Sandalyeler, geriye doğru 5 sıra dizilmiş, ortalama 200 kişilik bir kapasiteye göre hazırlanmış. L’nin her iki yönünde, en ön sırada oturan önemli kişilerin elini sıktık teker teker; cenaze sahipleri, ailenin önce gelenleri, ailenin bağlı olduğu köyün şefi ve onun eşrafı. El sıkmak, “acınızı paylaşıyoruz” anlamında. Ortam son derece neşeli ama tokalaşma ve “acı paylaşma” esnasında nasıl bir yüz ifadesi takınacağımı bilemedim açıkçası.
Gülümseyen neşeli ifademle,
“Ne kadar güzel bir organizasyon, burada bulunmaktan mutluluk duydum, ismim Esra” mı?
Yoksa, ciddi ve saygılı bir tonla,
“Başınız sağolsun, Allah rahmet eylesin, sizlere dayanma gücü versin” mi?
Her ikisi de olmadı, bir de baktım, yüzlerce insanla tokalaşmaktan helak olmuş eller, karşılıklı dilek sunmaktan çoktan sıkılmış; sadece "merhaba" demekle yetiniyor, hatta "İsmin ne senin? Ay sen Müslüman mısın yoksaaaa? Ben de müslümanım, Selam-u Aleyküm" diye muhabbete bile giriyor! :
***
Temelde cenaze törenlerinin izlediği yol şöyle imiş, öğrendik;
Cumartesi sabah – Ölenin bedeni morg’dan getiriliyor, mümkün olan en süslü tabutun içine, kişisel birkaç eşyasıyla birlikte yerleştiriliyor. (Öteki dünyaya yolcu ederken, neşeli ve tanıdık bir ortamda yolculuk etsin diye. Enteresan tabutlar görmek için tıklayalım :)

Sabah 9.00 civarında kilisede dini tören yapılıyor. Açık tabut başında yapılan ölen kişiye ilişkin güzel anılardan bahsediliyor, ziyaret kabul ediliyor. Ardından tabut, götürülüp toprağa veriliyor, başında yine konuşmalar yapılıyor. Sonra hep birlikte -mümkünse cenaze sahibi ailenin evinin yakınına kurulan- tören alanına geliniyor, hazırlanmış çadır altındaki sandalyelere yerleşiliyor. Bir taraftan evde ızgara et pişmeye başlıyor, alkollü alkolsüz içecek servisi yapılıyor. Ziyaretin iki bölümü var zaten, sandalyelerde bir süre oturduktan sonra evin içine geçip orada da oturuyor, yemeğinizi yiyorsunuz. İşiniz bitince tekrar dışarıdaki sandalyelere oturuyorsunuz.
Bu arada sürekli yeni birileri geliyor, gün boyunca el sıkışma devam ediyor. Bizi beyaz olduğumuzdan “onur konuğu” saydılar, ön sıraya oturttular. Haliyle bizden sonra gelenler bizim de elimizi sıktı.
Ortamda bir taraftan eşlik eden, ağırlıklı vurmalı çalgıların oluşturduğu bir orkestra var. Üst üste dizilmiş dev anfilerden çıkan kulak çınlatıcı müzik eşliğinde, ara ara orta alana çıkıp dans eden insanlar oluyor. Bu müzik sürekli değil, aralarda kesiliyor, mikrofondaki bir kadın sesi, bağıra bağıra twi dilinde bir şeyler söylüyor. Sonradan Kobby söyledi de anladık, meğer ziyaretçilerden toplanan bağışın miktarını söylüyormuş.
Durum şu; tören alanının ortasında para toplayan bir kadın, kadının paraları içine attığı bir sandık bulunuyor. Yapılmış olan kıyamet gibi maliyeti karşılamak ve –özellikle de ölen bir erkekse- ailesine maddi destek olmak amacıyla, cenazeye katılanlar para bağışlıyor. İyi bir sistem bulmuşlar, resmi olmayan bir makbuz defteri bastırıyorlar. Masaya gidip adını söyleyerek belli bir miktar para veriyorsun. Sana verilen makbuzu, bir kopyası cenaze sahibinde kalacak şekilde, götürüp mikrofonlu kadına veriyorsun. O da mikrofonla, senin ismini ve ne kadar para verdiğini söylüyor. Bir nevi takı töreni :)
“Gelinin dayısından bir altın kolye” misali…
Mikrofonlu kadın ve orkestra arasında gidip gelen bu döngü arasında danslar ediliyor, gülüp eğleniliyor. Cenazelerin danslı ve eğlenmeli “geleneksel faslı” 3 gün kadar zaman alıyor, büyük cenazeler daha bile uzun sürebiliyormuş.

***
Bu arada, bütün bu süreç boyunca giyilen özel kıyafetler var. Ülkenin kumaş ve geleneksel kıyafetlerle çok özel bir bağı olduğunu, gittiğiniz her törende görebiliyorsunuz. Bu doğrultuda, cenazelerin yeri bir ayrı. Cenaze kıyafeti adı altında, çok kaliteli, kolalanmış pamuklu siyah veya kırmızı kumaştan dikilmiş elbiseler giyiliyor. Yada.. kadınlar elbise giyiyor, erkekler kumaşa bürünüyor demek daha doğru…
Bu kumaşlardan biz de aldık, tabi ki modern iş elbiseleri dikilecek bizim kumaşlardan ama dünkü cenazeye giderken Steffi henüz kestirmediği siyah cenaze kumaşını doladı beline, valla tam Gana’lı oldu, bir sürü de iltifat aldı :)

P.S. Fotoğraflar facebook’taki sayfada, tıklayınız :)

Sevgiler,

Esra

22 Ocak 2012 Pazar

GELDİLER.. GÖRDÜLER.. İNANAMADILAR!

Kumasi’de yağmur yağdı.
Çok yağdı.
“Eskisi gibi” İlk geldiğimiz zamanlardaki, kovayla gökyüzünden su boşaltıyorlar gibi. Gece boyu.
Elektrik gitti, geldi gitti, tekrar geldi, tekrar gitti. Bu sefer tüm elektronik aletlerin şarjını bitirecek kadar uzun süre gelmedi.
Sabah uyandık ki, hava temiz, aylardır ilk defa. Havada toz yok, kum yok, kırmızı toprak yok. Hatta azıcık serin bile. Sabahın 6’sında adamı çimdikleyerek uyandıran sert bir Harmadan günü başlıyor. Kahvaltımı bahçeye taşıyarak, başlayan temiz günü kutluyorum, internetten ayrı kaldığım koca bir günün ardından yaşadığım “çekilme sendromu” sonlandı, bilgisayarımı açıp yazmaya başlayabilirim :)



-          Kızlar... Açıkçası burada yaşadıklarınızı görünce, sizi buradan geri çekip, projeye dördüncü ayda son vermeyi düşündüm… Ama bir taraftan da bağ kurduğunuz insanlar var, daha onlar için yapacaklarınız var… Dayandığınız ve hala bu kadar pozitif olabildiğiniz için sizi kutluyorum…

-          DAHA NE YAPMAMI İSTİYOR..! ONA SAYGI DUYDUĞUMU VE BU İŞİN YÜRÜMESİNİ HER ŞEYDEN ÇOK İSTEDİĞİMİ ANLATMANIN BİR YOLU OLMALI!! BEN BURAYA İŞLERİ BOZMAYA DEĞİL YARDIM ETMEYE GELDİM, ÇILDIRACAĞIM!! (gözyaşları)

-          Kendine dönmeyi bırak artık! Sen yanlış bir şey yapmadın.. İnsanların konfor alanını bozmanın onları sinirlendireceğini bilmiyor muyduk sanki? Tabii ki bizi sevmeyecek, tabii ki bizden kurtulmak isteyecekti… Bir şekilde o kadar iyi niyetliydik ki; dönen yolsuzluğun içinde kendisinin olabileceğini göremedik… Amerikan sivil toplum örgütü için çalışırken ve Amerikan parasını yönetiyorken, “Gana’da işler böyle yürür, herkes biraz yolsuzluk yapar, bu normaldir, geldiğin yerin kurallarına uyacaksın” diyemez kimse…

-          Dün akşam yine uyuyamazken düşündüm de… Bizim şirket bu VITAL projesine başvurmak için en az 3 senedir üstün performans sergiliyor olmak şartını koşuyor. Şirketin ödüllendirdiği performans ise, birkaç adım sonrasını düşünmek, sorgulamak, uzun vadeli çözümler üretmek, status quo’ya karşı çıkabilecek cesarete sahip olmak… Kendi ülkelerimizde bu özelliklerimiz için her sene primle ödüllendirilirken, buraya geldiğimiz günden beri aynı özelliklerimiz yüzünden neredeyse düşman ilan edildik… Diğer VITAL çalışanlarının başına ne geliyor çok merak ediyorum.. Ortak platformlarda sözü geçen parlak pembe senaryoların hepsi gerçek olabilir mi?...


Bu hafta Zoe ve Thomas geldi ziyaretimize. Zoe, VITAL projesinin operasyon müdürlerinden. Tüm proje, gönüllü seçimi ve operasyonundan sorumlu 2 kişiden biri. Bu aralar, bizim şirketin gönüllü gönderdiği tüm ülkeleri ziyaret edip, gönüllülerin projelerini yerinde izliyor. Birlikte gezdiği Thomas ise, bizim şirketin global projelerini görüntüleyen bir fotomuhabir. Dünya’nın her yerine birkaç kere gitmiş şimdiye kadar, bu ziyaretlerde Zoe'ye eşlik etmesinin amacı gönüllülerle yapılacak röportajları ve gönüllüleri “çalışırken” çekmek. Çalacakları son kapı olan Gana’ya geldiklerinde kendilerini bekleyen krizin farkında değillerdi :)))

Bizimle toplam 2 gün geçirdiler; ilk gün Steffi ile, ikinci gün benimle. Zoe, bu ziyaret kapsamında, MDC Kuzey ve Orta Afrika Koordinatörü olan Afua ile de tanışmak istediği için ilk günün sabahına kendisiyle bir toplantı ayarladık. Malum Afua ile geçmişim karanlık (!) olduğu için ben katılmadım, olanları akşam dinledim.
Akşamüzeri eve geldiğimde, ağlamaktan balon olmuş gözleriyle Steffi karşıladı beni. Meğer Afua bunları karşıladığı andan itibaren vermiş veriştirmiş. Konu yine klasik benden açılmış; işte Esra’nın söylediği yalanlar yüzünden ortaya çıkan yanlış anlaşılmalar burada herkesi çok üzmüş (Esra’ya konfirme edilen projenin hiç var olmadığının ve geldiği ilk 2 ay boyunca yokmuş gibi davranılmış olmasının tabii ki gündemde yeri yok) tam işler yoluna girmiş derken, diğer arkadaşlarımızın (bu Steffi oluyor) çiğ ve çocuksu bir tavırla bilmediği işlere burnunu sokup, kendini bir şey zannederek olaylara müdahale etmeye kalkması yüzünden bakanlıkla yıllardır kurulmuş tüm politik ilişki bitirme noktasına gelmiş.
Benim heyecanlı arkadaşım Steffi de önce “Esra’nın söylediği her şeyin e-mail kanıtı var sen neden bahsediyorsun? diye ayağa kalkmış, sonra olayın kendisine döndüğünü anlayınca neden bahsettiğini anlamak için sorular sormaya başlamış derken olay çığrından çıkmış.. Gözyaşı, çığlık kıyamet terk etmişler kadının odasını.
Olay temelde şu ki; Steffi'nin burada birlikte çalıştığı Gana’lı bir arkadaş var Kobby. Temelde MDC'nin "Gelişim Okulları" projesi için çalışıyor ama politik sebeplerle eğitim bakanlığı kadrosunda bulundurulup, öğretmen maaşı kazanıyor. Bunun yanında MDC kendisine aylık ek bir prim veriyor. Yalnız, bankalar arası transfer Amerika’dan buraya çok masraflı olduğundan, MCI parayı Afua'ya 3 aylık miktarlar halinde gönderiyor ve Kobby'e ödemesini bekliyor. 2 ay kadar önce Amerika’daki proje koordinatörümüz Emily, bu parayı takip etmesini istedi Steffi'den. Bir aylık sabır ve çaba gerektiren sürecin ardından para, eğitim bakanlığında çalışan muhasebecinin kişisel hesabından çıktı. Afua da bu an itibaren çıldırdı; Zoe'nin yorumuna göre, hepimizden kurtulmaya, Kobby'i de işten atmaya çalışıyor. Açıktan yaptığı taktirde MDC'deki işini kaybetme tehlikesi bulunduğu için de, bizi işin detaylarından uzak tutmaya çalışıyor. Çünkü temelde üstünde durduğu argüman, “tabii ki gönüllü “stajerlerin (bizi hala öğrenci zannediyor, küçümsemenin bir yolu sanırım”) çok da önemli bir iş yapmadığı, bunu herkesin yapabileceği…
Özellikle Steffi aylardır burada bir sistem kurmak için kendini parçaladığı için çok üzülüyor tabii. Artık olay, “bana neler dedi”yi geçti… Stresin seviyesi dayanılmaz bir hal aldığı için ilk aylarda sevimli görünen, delik deşik yollar, insanın burnunu kanatan kuru hava, havadaki kum, yüzyıllık – yürüdükçe parçalarını yolda bırakan taksiler; hepsi batmaya başladı. Haliyle Afua'nın iki sözü onu saatlerce ağlatabiliyor…  İlk 2 ay başıma gelenlerin ardından ben de aynı durumdaydım ama şimdi Amerika’daki koordinatöre bağlı ve Steffi'ye göre daha özgür çalışabildiğim için kendimi şanslı sayıyorum.
***
Zoe ve Thomas, Kumasi’deki ikinci günlerinde benimle birliktelerdi. Çok güzel bir gündü, okullardan birinde, birlikte oluşturduğumuz “uluslar arası öğrenci kulübü” için toplantı yapacağım kızlarla buluştuk. Zehir gibi akıllı ve başarılı öğrencilerimle çok verimli geçirdiğimiz 2 saatin ardından, Thomas'ın çekim yapacağı röportaj için yerimizi aldık…
***
“Burada geçirdiğin dönemde hangi özellikleri kazandın?”
“Şirketine götürmek üzere ne dersler çıkarttın?”
“Gönüllü olmayı düşünen şirket çalışanlarına bir mesajın var mı?”

Cevap vermesi öyle zor ki… Soruların cevaplarını ben de bilmiyorum ki… Çevremde fikir, tecrübe, sıkıntı, neşe, merhamet, mutluluk, istek, çaba, hayal kırıklığı dolu bir bulut var. İçinden ders çıkacak kadar süzülmedi daha. Çok dolu, çok karışık, yoğun.. Seçemiyorum. Röportaj sorularını bildiğim halde hazırlanamadım bile…
Thomas bir şekilde VITAL röportajları içindeki en iyilerden birisini yaptığımızı söylüyor… Çok mutlu oldu, hiç kesip parçalamadan tamamını kullanacakmış. Bilmiyorum neyi beğendi o kadar ama yüzümde gördüğü duygudan etkilendiğini söylüyor. Bilemiyorum.. İş ortaya çıkınca göreceğiz…
***
Akşam olduğunda eve gelip Steffi'yi alıp yemeğe gitmeyi planlamıştık. Trafiğe kaldığımız için eve ulaşmamız 1,5 saat aldı. Yoldayken elektrikler kesildi. Zifiri karanlık yolda gelirken telefon hatları da tamamen gidince Sue ve Tom’a süprizli bir Kumasi gecesi yaşatacağımızın ilk sinyalini aldık! :)
Eve geldiğimizde güvenlik ortalıkta yoktu (nöbet değiştirme saatine denk gelmişiz, giden gitmiş, gelmesi gereken geç kalmış; anahtarları güvenlikte tuttuğumuz için onlar olmadan eve giremiyoruz) Evde olmasını beklediğimiz Steffi'nin evde olup olmadığını anlayamıyoruz, kapılar kilitli ve elektrikler yok, evde ışık yanmıyor. Dedim ki kesin bir şey oldu, bizle evde buluşacaktı. Aklıma gelen yüz tane felaket senaryosu ve evin çevresinde adını bağırarak geçen 15 dakikanın ardından arkadaşımın evde olmadığına kanaat getirdik, Zoe ve Thomas'ın oteline doğru tekrar yola çıktık.
Neden sonra Steffi benim cep telefonuma ulaşmanın bir yolunu buldu; meğer bugün Afua'yla yapması gereken bir toplantı daha vardı, o da berbat geçmiş, sinirlenmiş sinirlenmiş evde duramamış; bir restorana gidip oturmuş, bizi orada beklemeye karar vermiş, telefon hatları kesilince de bize ulaşamamış; yanına gittik. Tabii trafik öyle kötüydü ki gidişimiz de 1 saat aldı. Velhasıl çok şükür yemeğe oturduğumuzda saat –burada gece yarısı- 20.30 olmuştu… Güzel bir yemek… ve bir ziyaretçimizi daha yolcu ettik.
Bir sonraki misafirimiz MDC Amerika’nın direktörü ve onun asistanı. Bakalım.. yeni krizler bizi bekler.

Sevgiler,
Esra

17 Ocak 2012 Salı

DONESIM GELMEZ SANMISTIM... GELDI VALLA :))

…Dönesim gelmez sanmıştım.. Geldi valla :)

Ama bir haftayla kaçırdığım karı kıskanmadım diyemem…
***
Anne ve abi Yazıcı ile Gana’cılık oynadığımız haftanın sonrasında (uçaktan indiğiniz anda başlayan mücadele haline kibarca oyun oynamak diyoruz :) ardından onlarla birlikte İstanbul’a gittim.
Esasında, VITAL projesinin bana verdiği, çok bunaldığımız bir an için saklanan tek seferlik “eve dönüş” jokerini kullanmayı düşünmüyordum başlangıçta. Gidersem dönesim gelmez, üzülürüm sanmıştım. Bir şekilde Eylül, “Sen gidersen ben de Stockholm’den gelirim” diyince, (meğer) patlamaya hazır durmakta olan heves balonumu patlattı. Ödül gecesine gitmeden önce bir ödül almadığımı öğrenmiştim, dolayısıyla seyahatimiz daha ziyade, kıyafet alışverişi, süslenme, kuaför bakımı, yemek yeme ve arkadaşlarımızla vakit geçirme üzerineydi. Tabi evden 11 senedir ayrı yaşayan biri olarak, İstanbul’da bir evimin olmayışı ve Eylül'le annemlerin çek-yat’ında kalmış olmamız çok ayrı bir bombaydı; 13 yaşında, evden zar zor izin almış da yatılı kalmaya gelmişiz gibi kapımızı kapatıp sessiz sessiz kıkırdadık :)
***

Blog ödülleri gecesini merak eden arkadaşlarım var; gecenin kendisinden ziyade, öncesi ve sonrasından zevk aldık diyebilirim ama özetlemek gerekirse…
Nasıl bir gece olacağına dair bilgi bulunmadığı, bir giyim kodu da paylaşılmadığı için, 2 ay önce yapılan Hürriyet ödülleri gecesinin fotoğraflarını baz alarak bir beklenti oluşturmuştuk. Büyük bir salon düzenlemesi, koltuklar, sahne, ödül alanların tek tek açıklanması ve ödüllerin, sahnede fotoğraf çekimi eşliğinde sahiplerine sunulması… Derken… Meğer Tukcell, açıkbüfe yemek sunulan bir üniversite kampus partisi planlamışmış! :)
Barbaros’taki Point Otel’in eksi bilmem kaçıncı katındaki, belli ki partilere verilmek üzere planlanmış, sıva halinde bırakılmış duvarları ve tavandan geçen alüminyum havalandırma boruları ile post-modern düzenlenmiş uzun ince, hamburger köftesi kokan salonuna girdiğimizde hınca hınç bir kalabalıkla karşılaştık. Dikdörtgen salonun girişe yakın kısmında açık büfe yemeğin sunulduğu masalar, diğer ucunda ise bir ufak sahne bulunuyordu. İçecek olarak sulu şarap, barmen tarafından birden fazla kokteyl bardağının üstünde gezdirilmek suretiyle hızla dolduruluyor; bardağın içini olduğu kadar çevresini de ıslatıyordu.
Blog yazarları, çok çeşitli ortamlardaki farklı yaş gruplarından insanları içerdiği için, giyim kıyafet ve davranışlar pek renkliydi. Moda kategorisi’nden katılan arkadaşların üstünde çok şık gece elbiseleri bulunurken, yemek kategorisinde, Eskimo kürklü kapişonlu paltosunu çıkartmamış bir teyze vardı. Eğlenceli üniversite öğrencisi mühendis’leri hiç karıştırmıyorum :)  
İsimleri hızla okunan ödül sahipleri çabuk çabuk çıkıp ödüllerini aldılar ve sahneden aşağı indiler. Tören hızlı çekim’e alınmış gibiydi, toplam yarım saatin içinde tüm isimler okunmuş, tüm ödüller dağıtılmış, salonun da yarısı boşalmıştı. Sebebini anlayamadığımız bir acelenin içinde; ortama sinirlenmekle, durumumuza gülmek arasında gidip geldik.
Sonuç olarak biz birbirimizle birlikteydik ve artık aynı ülkede yaşayamadığımız, artık gece yarısı Eylül'ün canı çekti diye Yeniköy’den Bağdat Caddesi’ne gelip bana kısır yaptırtamadığı ve artık yılın sayılı günlerinde birbirimizi görebilmenin tadını çıkarttığımız için iyi bir akşam geçirdik. Ha.. Bir de Efe açık büfe’den çok memnun kaldı :))
***
P.S: Blog yazmaya başlamak, okunmak, yarışmaya katılmak, beklemediğim sayıda çok (yüz yüze veya online tanıdığım/ tanımadığım) arkadaşımın bana oy verdiğini, bütün bu yarışma mevzusunu takip ettiğini görmek öyle zevkli oldu ki..  Bunun için tekrar teşekkür ediyorum!
Bir taraftan ben de, hiç haberdar olmadığım blog’lardan, yazarlarından ve kişisel öykülerden haberdar oldum! İşte kategorilere göre kazanan blog’lar:



Sevgiler,
Esra