22 Temmuz 2012 Pazar

SON

“Döndüğünde 3 ay sürecek” demişti; alışman, yeniden uyum sağlaman… Sonra tatlı kısım gelecek, ödül gibi bir şey; insanlar merak edecek, soracak, ilgi çekici bulacak. Sonra, yaptığın şeyin ne kadar “enteresan” ne kadar “farklı” olduğunu hatırlatacaklar sana verdikleri tepkilerle. Tanımadığın sofralarda duymadığın diyaloglarda özenileceksin.

O zaman anlayacaksın işte, sen çok özel bir şey yaptın, artık hakkındır, şımarabilirsin.

***
Gana’dan ayrıldığım günler bulutlu puslu. Net hatırlamak güç. Evin çalışanlarını “veda” akşam yemeğine davet edip olanları gördükten sonra, bu ülkedeki son günümüzü dahi şaşırarak geçirdiğimize şaşırışımız…

Masaya koyduğumuz yemeği yemeksizin, bizden istedikleri plastik kaplara koydular da evlerine taşıdılar. Mesele tek başına “açlık” veya “fakirlik” meselesi değil. Bulunmayı tercih bile etmediği bir akşam yemeği masasında, kendini “huzursuz” hissederek oturuyor, kim bilir başka kaç kişiye daha birlikte olma sözü verdiği o saatte bizimle beraber olmak zorunda kalmanın sıkıntısını yaşıyor. Gelmişken de, bir kaşık fazla pilav, 2 kepçe daha yemeğin peşine düşüyor.

Ev arkadaşımın tek tek sürükleyerek aynı masaya oturtmayı becerdiği 4 çalışanımız (sürükleme faslı gerçek bir 1 saat aldı) yemeklerini koymak üzere mutfaktan buldukları plastik kapları masada kendi önlerine yerleştirdiler, bizim kendi tabaklarımızdaki yemeği yememizi izlediler/beklediler. Sonuç olarak olay 15 dakikada tamamlandı, hızla dağıldık. Sebep olarak yemeği aileleri ile paylaşmak üzere götürdüklerini, tek başlarına yiyemeyeceklerini söylediler ama bizim çıkarttığımız sonuç şu oldu; farklıyız, o kadar farklıyız ki bu gecenin böyle oluşu hakkında konuşmaya dinlemeye çalışır, dener de deneriz ama en iyi ihtimalle birkaç tahminde bulunabiliriz, onu da  yalnızca birbirimizle konuşabiliriz.. Başkası da anlamaz zaten..

Ertesi sabah evden ayrılmadan önce, Gana’da bırakacağımız birkaç eşyamızı evin çalışanlarına paylaştırdık; deterjan ve su yüzünden delik deşik olmuş kıyafetler, çok sıcak ve nemli iklim şartlarından kavlamış ayakkabılar, bir daha kullanmayacağımız cibinliklerimiz, 6 ayda sararmış nevresimler, bolca sinek böcek ilacı, Gana’da fahiş fiyatlara satılan basit medikal ilaçlar, mutfaktan kap kacak… Esasında sakin bir sabahtı başlangıçta.

-       Diana, sen bu kıyafetleri satsan para kazanırsın değil mi? Mutfak eşyaları da senin olsun, yemek yapmak için gittiğin evlerde işe yarar

-       Amed, bu cibinlikler senin…

-       Kofi bak bunlar Nathan’ın t-shirt’leri, bi’ baksana sana olur mu?

…derken evin arka kısmında yaşayan öğrenci kızların katılımını da içeren bir talan başladı evde.. İnanılır gibi değil, aşçımız ve şoförümüz bir french press demliğini paylaşamayıp kavga etmeye başladılar; Gana’da french press’e göre çekilmiş kahve bile yok!

Olayın garipliği bir yana, Gana’yı olduğu gibi kabul etmeyi asla kabullenmeyen sevgili arkadaşım da kavgaya karıştı (Amed’e, french press’i nasıl kullanacağını bile bilmediği halde Diana’yı kıskandığı için almaya çalıştığına ikna etmeye çalışıyordu :) Ay’da yaşayan bir grup insanla Venüs’teki düzenin doğruluğunu tartışmanın yersizliğini öğrendik biz burada aylardır…

***

Sonra ilk havaalanı; ilk yolculuk
Sonra ikinci havaalanı; ikinci yolculuk
Sonra üçüncü havaalanı ve İstanbul
Canım İstanbul. Evim barkım; kokum nefesim rengim İstanbul!

Aniden başlayan yeni hayat. Yeni değil de eski hayat. Bisiklet sürmek gibi hayat; bıraktığın yerde devam ettiğin.
Yeni evim, yeni semtim. Alışkanlıklarım yenilendi, köprüye ve trafiğe veda ettiğim bu yeni mahallede ayrı bir şehre taşınmış gibiyim. Gana’yı dünde değil de ayrı bir hayatta bırakmış, yalnızca şehir değiştirmiş gibiyim. Unutmak gibi değil; iki dünyayı aynı anda zihnimde tutamamak gibi.
Geldiğimde Özcan dedi ki; O’nun tadını aldın artık, bağımlısın” Hele bir geçsin şu önümüzdeki 2 ay, çeker yine seyehatler, duramaz- kıpırdanır plan yapmaya başlarsın..

***

Elif Şafak “gidebileceğini bilmek”ten bahsetmişti bir zaman… Aslında gitmek istemese de, kalmaktan memnun da olsa, gidebileceğini bilmeye duyulan ihtiyaçtan söz etmişti.
Bir tane “an” seçiyorum bütün şu 6 aylık maceradan..
Bir geceyarısı.. Tek başına olmanın verdiği endişeden bacaklarım titreyerek çıktığım seyehatin ilk gecesi; bir yol kenarı otelinin bar/restoranında muşamba kaplı yağlı bir masada yerel bir yemek yiyorum. Ortalık loş, yan masada telefonumu almaya çalışan 3 Gana’lı, kucağımda fotoğraf makinam. Yorgunum, koku yüzünden duş/tuvaletine adım atamadığım odam sebebiyle pisim.
Çok mutluyum.
Ekvatorda, “Afrika’nın derinlikleri” diye adlandırılan bölgedeki ülkelerinden birinde tek başıma seyehat ediyorum. Sadece seyehat değil, ben burada çalışıyorum da üstelik. Evim var, yaşamın bir parçasıyım; burayı tanıyorum, tek tük dilini bile konuşuyorum. Ve tek başıma çıkıp geziyorum.

Çok mutluyum.
“Gidebileceğini bilmek”ten bahsetmişti Elif Şafak…
Dünya’da öyle bir mutluluğun varlığını görmek, sadece kendin olmaktan ötürü.

Ve gidebileceğini bilmek. Herşeye, her şeyden.

SON.

23 Mart 2012 Cuma

ROL-MODEL OLUR MUSUNUZ DEDILER, GİTTİK :)


Veda aktivitelerinden bir diğeri…
Yer: Lit Girls adında ortaokul kız öğrencilerini kapsayan bir edebiyat kulübü.
Yine MCI tarafından yürütülüyor. S2S (School to School) projesi adı altında çalıştığımız 15 okulda, konuya ilişkin içerik eğitimi almış bir öğretmen tarafından yürütülen projede, haftada 1 saat, kulüp üyesi kız öğrencilerle bir araya geliniyor, birlikte şiir okunuyor, şarkı söyleniyor, konuşmalar yapılıyor. Amaç, kız öğrencilerin kendilerine güvenlerini artırmak. Müfredata göre dönem içerisinde en az bir kere gerçekleştirilmek üzere, “başarılı kadın”lar davet ediliyor okullara, konuşmalar ve soru – cevap bölümleri düzenleniyor. Şimdiye kadar birkaç okula gittik Stacie ile.

Kız öğrencilerin bizimle ilgili ne düşündüğünü anlamak veya enteresan sorular sormalarını beklemek pek mümkün değil ne yazık ki.. Utangaçlıklarını atmaları için birlikte zaman geçirmeye ihtiyaç duyuyorlar… Haliyle ziyaretlerin geneli monolog şeklinde geçti, Stacie ile ben sırayla nerelerde okuduğumuzu, ne iş yaptığımızı, genel olarak hayatımızı anlattık, onları birkaç soru sormaya yönlendirdik, elimizden geldiğince kırık dökük birkaç satır konuştuk, o kadarla ayrıldık.
Enteresan gelebilecek birkaç detay;
Bazı okullarda sınıfta Türkiye diye bir ülkenin varlığını bilen bir tane öğrenci bile çıkmayabiliyor :)

Resmi dili İngilizce olan Gana’nın öğrencileri, adını bilmedikleri bu ülkenin kendi dilinde yaşamasını çok enteresan buluyor… Mesela işim gereği yurt içi / yurt dışı seyahat ettiğimi söylediğim zaman, sıkça gelen bir soru, yabancı ülkelere gittiğinde hangi dili konuşuyorsun? Gana’da olmakla dünyadaki başka bir ülkede olmak olmak arasında –dil anlamında- bir fark varmış gibi :)
Sevgiler,

Esra

18 Mart 2012 Pazar

VEDA ELBİSELERİ...


14.30    Başlangıç Dua’sı
14.35    MCI “Okuldan Okula” Projesi – Sorumlu Öğretmenler grubu başkanı teşekkür konuşması
14.45    MCI – GSK PULSE gönüllülerinin konuşmaları
15.00    Öğretmenlerin gönüllüler için hazırladığı hediyelerin takdimi
15.10    Gönüllülerin hediyeler karşılığında teşekkür konuşmaları
15.30    Fotoğraf çekimi, veda
15.40    Kapanış Dua’sı.
***
Yürüttüğümüz projelerden, “öğretmenler kanadı” tarafından düzenlenen veda organizasyonunda, bizlere hediye edilen, geleneksel Gana kumaşlarından dikilmiş elbiseleri giymemiz için müdür odasına yönlendirildiğimizde, bu kıyafetleri ilk ve son defa giydiğimizin farkındaydık hepimiz.
Orasını düşünmedik. Duygusal bir andı, çok güzeldi.
***
Öğretmenlerle vedalaştık. Sıra geldi öğrencilerime. Orası zor. Bu hafta itibariyle sarılıp sarılıp ağlamaya başladık. Bilemiyorum.
Sevgiler,
Esra

13 Mart 2012 Salı

SEN BENİM İÇİN BİR YUMURTASIN! :)

Bu ülkede bir yumurta durumu var! Dün şoförüm Kasım bana, sen benim için bir yumurtasın” dedi.
Baştan anlatayım :)

***
Yumurta,  ülkenin her yerinde simge olarak saygı uyandırıyor. Temelde, yaşamın özü, dokunulmamış ve çok kırılgan bir parçası gibi görüyorlar. Cümle içindeki kullanımı da şöyle olabilir mesela,
-          Ona, elinde taşıdığın bir yumurtaymış gibi davran, kırma, üzme.
Şoförüm Kasım’ın söylediği de aynısıydı işte, sen benim için bir yumurtasın, bana güvenip kendini emanet ediyorsun. Ben de seni her gün sağ salim evine ulaştırınca rahat ediyorum.
***
Bir diğer yumurta gündemi de kızların kadınlığa geçişlerinde var; “ergenlik töreni” adını verdikleri çeşitli törenlerin ardından yumurta “yutuluyor”.  


Bizde erkeklerin sünnet ile birlikte davullu zurnalı “sen artık büyüdün, erkek oldun” töreninde kutlanmaları gibi, Gana’daki kızlar da “sen artık büyüdün, kadın oldun” cümlesi ile ilan olunuyorlar. Farklı kabilelere göre değişen enteresan adetler var, Batı Gana’da bir kabile “Dipo” dediği bir adet gereğince yılın aynı döneminde ilk defa adet gören kızları çırılçıplak soyup, kızların beline dolanan cam boncukların ucuna sallandırılan –edep yerlerini örtecek büyüklükte- kumaşlarla giydiriyor, çevre ailelere tanıtıyorlar. Benim öğrencilerimden birisi Dipo’ya çıkıp gösterilebilmeyi “onur” sayan bir aileden geliyor. 11 yaşında adet gördüğünde onu da “sunmuşlar” bu şekilde. “Gösterilebilmek” diyorum çünkü, adet gördüğünde hala bakire olan kızlar çıkıyor Dipo’ya. Bakireliğini nasıl ölçüyorlar onu bilemiyorum.
Batı kabileleri dışında, Ashanti, Fa ve Ga kabileleri kızlara aktif olarak bir tören düzenlemiyorlar; onun dışında ailenin küçük kızının adet gördüğünü öğrenen tüm aile büyükleri, onu “artık kadın olduğu için”  kutlamaya geliyorlar. Bu gün yapılan bir takım önemli konuşmalar var; kızla daha önce konuşulmayan türden, ağırlıklı olarak, oğlanlardan uzak durmak yönünde, öğütler veriliyor.
Kabilelerin tamamında ortak olan şey şu ki, kızı kutlamaya gelen herkes YUMURTA GETİRİYOR! Yaşamın kaynağı, temel besin maddesi, “ısırılmak değil yutulmak sureti ile” yendiğinde, kızımızın yumurtalıklarının besleneceğine, doğurganlığının artacağına inanılıyor. Bu konu benim öğrencilerimin hazırladığı “Gana’da Kadın Kimliği” çalışmasında da geçiyor, kızlar diyorlar ki, yumurta, senin ileride doğacak çocuklarını güçlendirmesi için. Eğer çiğnersen, kendi bebeklerini çiğniyormuş gibi olursun. Aman Allah’ım!
Benim kızlardan birisi, adet gördükten sonraki 1 ay boyunca her gün yumurta yutmuş. Bildiğiniz, tavuğun koskoca yumurtası! Vallahi ben size söylüyorum, bebeklerimi çiğnemeyeyim diye yumurta yutmaya çalışırken boğulan kızlar için de ömrü yetmedi diyor olabilirler :)
***
Bir diğer yumurta gündemi de, başkentinde yaşadığım Ashanti kabilesinin – bu kabile hiç köle olmadığı için kendi kültürünü biriktirip bugüne kadar getirebilmiş- erdem simgeleri arasında yerini alan “Sankofa” olarak karşımıza çıkıyor. Bu simgeler, kabile krallığın, kendi gençlerine verdiği öğütler ve hatırlatmak istediği güçlü duygulardan oluşuyor. Sankofa özelinde ise kafasını 180 derece geriye çeviren ve gagasıyla, sırtında taşıdığı yumurtayı tutan bir kuşun resmi var. Diyor ki, tecrübelerin, bir yumurta kadar değerlidir, onları unutma, bir yumurtayı koruyacağın gibi özenle sakla. Hayatta düzeltilemez bir hata yoktur, geri dönüp kendi tecrübenden faydalanabilirsin.
***

Sanırım benim bilmediğim bir takım başka faydalar da göreceklerini düşünüyorlar yumurtadan. Buraya ilk geldiğimiz aylardı, Stacie’nin şoförü Amed, dudağımın uçukladığını görünce dedi ki, Yumurta yesene, geçer. !!! Bilemiyorum…

***


Bu memlekette yumurta ucuz. Ucuz protein bulmak kolay değil diye sanırım… Sabah öğlen akşam yumurta yeniyor Gana’da… Salatanın sandviçin içinde, üstünde ketçapla filan, her şeyle heryerde servis ediliyor. Geçen ay, öleceğim yumurta yemekten diyerek nokta koydum olaya.

2 sene filan yumurta görmek istemiyorum :)

Sevgiler,
Esra

12 Mart 2012 Pazartesi

ANNE EYLÜL AFRİKA'YA GELDİ, AYAĞINDAN DA FARE SEKTİ :))

Kisin ortasinda tropik tatil yapmanin ve Esra’yla 7/24 beraber olmanin mukemmel bi kombinasyonuydu Gana ziyaretim. Hic bisey dusunmedigim, karar vermedigim ve endiselenmedigim – cunku benim yerime Esra dusundu, karar verdi ve endiselendi -...Buna ek olarak uzun sahil yuruyusleri (sabah ve aksamustu olmak uzere toplam 3 saat), usenmeyip Stockholm’den getirdigim filtre kahve -Esra da french press’i getirdi, benim kahve icmemis halim hic cekilmio da - seanslari, gunes, okyanus, bembeyaz kumlar, palmiye ve hindistan cevizi agaclari ve yagmur ormanindaki sanatsal fotograf calismamiz...



Esra’ya ilettigim ”benim deniz ve gunese ihtiyacim var” talebimden sonra, agirlikla Gana’nin guneyindeki sahillere yoneldik. Her aksam baska bir otel ve baska bir sahilde gecirdik zamanimizi. Yemek bulmak biraz zordu, temizlik takintim da ciddi bi problem olabilirdi ama gozumu kapadim, bakmadim, dusunmedim ve sadece anin tadini cikardim..Tek problemim kabaran saclarimdi.. Ne sac spreyi, ne baska birşey, kabarmalarina ve kafamin cevresinde telden bi orgu olusturmalarina engel olmadi..Nem o kadar fazlaydi ki, bi noktada sacimi dusunmek bile yorucu oldu..ben de dusunmedim : )


Tabii bir de efsane soforumuz Frank vardi. Yolda defalarca polisler tarafindan durdurulduk, kaybolduk, yonumuzu bulduk, 3 saatlik yolu 6,5 saatte gittik.


E: Frank anladin mi nereye gidecegimizi?
F: Evet anladim bayan
E: Busua nerede biliyor musun?
F: Bilmiyorum bayan
E: Nereye gidecegimizi biliyor musun?
F: Basuka????


Yol bilmeyen soforumuz, yolda carptigimiz yayalar ve defalarca durduruldugumuz, bi noktada soforumuzun ehliyetini alma ve arabayi baglama noktasina gelen trafik polisleriyle anksiyetemiz biraz (!) yukselse de, yine de bir sekilde sorunsuz ulastik gidecegimiz yerlere. Burada sorunsuz derken demek istedigim, Gana anlayisi cercevesindeki sorunsuzluk. Yani 3,5 saatlik yolu 6 saatte gittik ama neyse ki sagsalim otele ulastik gibi.... Insanin Gana’da hayatta kalabilmesi icin beklentisini oldukca dusuruyor olmasi gerekiyor. Aksi taktirde Gana’da 1 gun dahi gecirilemez! Ozellikle de kontrol bagimlisi iseniz - ki biz oyleyiz....


Esra’nin yazilarindan ve anlattiklarindan islerin ne kadar da yavas ilerledigini, agirkanli bi cografya oldugunu ve insanin sabir sinirlarini zorlayan diyaloglar gerceklestigini biliyordum ama bu kadarini beklemiyordum. Kizarmis patates yerine haslanmis patates istemek hayatimin talihsizligi oldu bir anda. Garson tam 10 dakika dusundu, sessizlikle gecen, uflamalarla bolunen ve bi sonuc alinamayan 10 dakikanin sonunda, esra ve ben nasil yaptigimiz da tam belli olmayan bi sekilde ikna ettik kendisini. Ancak bunun bedelini 2 saat – gercekten tam 2 saat- yemeklerimizin servis edilmesini bekleyerek odedik. Yemek geldiginde sicaktan, okyanus sesinden, ruzgardan, ruzgara ragmen hala ortada ucusan sivrisineklerden bunalmis bir halde oldugumuz icin artik yemesek de olurdu. Ben surec uzmani olarak calistigim icin, Gana’nin geneline bir surec haritasi hazirlayip, olaylari semalandirip, basit ama organize bir cozum getirme istegiyle dolup tastim. Sonra tatildeyim, niye canimi sikiyim diyip vazgectim : )


Kaldigimiz otellerden birini Ingiliz bir cift islettigi icin, kokteyl bulma sansimiz oldugunu ogrenmenin sevinciyle aksam bir cin tonik ve rom ve kola icmek icin telefonun isigiyla yolumuzu bularak – gunes enerjisi ile calisan bir sistemleri oldugu icin gece isiklandirmamayi tercih etmisler – bara ilerledik. Ben cin tonik istedim, toniklerinin olmadigini soylediler. Esra Rom ve kola istedi, sans eseri kolalari da bitmis. Baktik, kokteyl icemiyoruz, ben Amarula istedim, esra kokteylde israr ettigi icin sutlu bi karisim icmek zorunda kaldi : ) Zaten herkes de erkenden uyuyordu, biz de derin bi nefes alip odamiza gittik 7.30 da....


Enteresan bir sekilde, herkes saat 8 civarinda uyuyor. Disarida yapacak bir sey olmadigi icin, elektrikler kesildigi icin, internetimiz ve telefonlarimiz cekmedigi icin biz de duzenli olarak aksam 8 de uyuyup, 6 da uyanip, gunu Ganalillar gibi yasadik. Iyi geceler yerine ”biz Gana’da hep saat 8’de uyuruz” diyerek, sinir bozuklugundan gulusmeler esliginde uykuya daldik. Sabah 6 da parlak bir sabaha uyanmak ve sahilde kahvalti etmek geceki butun sikintilari, musluklarda akan su olmadigi icin yagmur sulari ile dus almayi, bir cukur kazip uzerine ahsap bir klozet konulmus tuvaletleri, tam temizlenmemis tabaklari ve surekli servis edilen omletlerin (bir sekilde surekli yumurta yedirdiler bize) etkisini bile sildi.


Son derece stressiz bir ortamda, strese aliskin bizim gibi bunyeler icin, stressiz, amacsiz ve genis genis yasanan gunlere alismak zor olsa da, beraber olmamizdan dolayi bi sekilde inanilmaz eglenerek, problemlere gulerek gecirdik zamanimizi.


E: Diyet kola var mi?
W: Evet var
E: Aaa sahane. Normalde hic bulunmuyor da...
W: Bizde var!!
E: Emin misin?
W: Evet, burda, gostereyim size....

Gunun sonunda diyet kola yerine aldigimiz, garsonun bitmek bilmeyen israrlari sonucunda normal kola oldu  ama o da ok : ) Ben sahsen ruhuma eziyet etmeyip fanta icmeye basladim : )

Hic bir seye tepki vermeden, burada isler boyle, tropik ortam tabii bocek, sinek, kertenkele, yengec olur diyerek sakince gecirdigim tatilimde, havalimaninda beklerken ayagima carpan fare azicik fazla oldu!! Bi insanin bu kadar hizli beyazlamasi normal diildir heralde ama benim bi anda rengim soldu… Yine de bagirmadan, bayilmadan sadece susarak ufak bi panik atak yasadim. Afrika’nin derinliklerinde, yeni bi deneyim, egzotik bir ortam falan her sey sahane ama bu tur sinir bosalmasi durumlarinda insanin bi medeniyete, hizli servise, iyi kahveye ve guzel bi kadeh saraba ihtiyaci oluyor. Neyse ki Akra’da Movenpick var. Butun bu problemlerin arasinda ”vaha” gibi..Esra beni oraya goturdu ki sakinlesip, anlayis ve sabrimi geri kazanabileyim. Zira onumuzde bizi neyin bekledigini bilmedigimiz bir Togo gezisi vardi. Onu da Esra anlatti zaten...

Eylül

8 Mart 2012 Perşembe

...GECENİN ZİFİR KARANLIĞINDA AYRILDIK BÜYÜCÜLERDEN...

B: Ay! Ay o da neydi..?
E:Ne bileyim bir şey çarptı ayağıma, çantanın sapı herhalde…
Gana’lı kadın: Yok, fare geçti, o zıpladı ayağınızın yanından, aman pek de fenaydı…

***
Akra’ya varışımızla birlikte, hem anksiyetesi hem kahve ihtiyacı tavan yapmış ve hızla beyazlamakta olan Eylül'ü rahatlatmak için apar topar Mövenpick otele götürdüm. Gana’daki 1 haftayı diken üstünde geçirmemize rağmen, o kadar çok eğlendik ki uçarken Eylül'ün gözüne çarpan böcekler, gece kelebekleri, sahilde odamızın önüne kadar gelip kapıdan içeriye giremediği için kumu kazarak öbekler halinde geceleyen yengeçleri ve her sabah çığlık kıyamet ötmeye başlayan kuşların sesine uyanmayı dert etmedik. Yani... ben mecburdum zaten kabullenmeye 6 aydır ama… Eylül de göz ardı etmeye alıştı. Fakaaaaat... Havaalanında ayağından sekip öteki tarafa zıplayan fare yok mu?. O azıcık fazla geldi işte :) Gana’da dünya standardını tutturmuş tek mekân olan Mövenpick’te 2 kupa filtre kahvesini getirdiler, üstüne güzel bir salata servis ettiler, düzgün mekân, yemek, ekmek, arkadaşımın yüzüne gözüne renk geldi. Ve yola çıktık.

Bu sefer rotamız Togo :) Gana’nın kurtuluş haftası olması sebebiyle 5 günlük tatilimiz var; ev arkadaşım, Steffi, Amerika’dan bir aylığına MCI’dan gelen yöneticimiz Emily, Eylül ve ben, döküldük yola. İlk durağımız Gana-Togo sınırına yakın Ada Foah ismindeki sahil kasabası. Üstüne dev bir baraj kurulu Volta nehrinin delta yaparak denize döküldüğü yer. Genel Gana beklentimizin çok düşük olmasından mıdır, mekânın doğal güzelliğinden midir bilmem, cennete düştük sandık. Volta nehri kıyısına iskelesi olan, beyaz ahşap yazlık evlerde görmeye alıştığımız tırabzanlar ile çevrelenmiş, temiz, L şeklinde binanın baktığı iç bahçe, havuz ve çim alandan oluşan bir otel.

Aldığımız nefes için bile pazarlık etmeye alıştığımızdan, otelin fiyatını aşağı çekmeye çalışıyoruz. “Biz yanlış anlamışız, biz bu fiyatı Gana cedi’si olarak düşünmüştük, dolar olunca çok fazla oluyor, nasıl olacak, şimdi biz sokakta mı kalalım…” derken otelin teknesinin bizi çevrede dolaştırması karşılığında toplam bir maliyette anlaştık, sen sağ ben selamet, kendimizi ırmağın üstünde bulduk.   


Kızılırmak genişliğinde bir ırmak. Denize çıkana kadar yol boyunca ufak adacıklar, adacıklar üzerinde palmiye ve hindistan cevizi ağaçları… Kıyıda, Akra’ya 1,5 saat mesafede olduğu için büyük şehrin az da olsa zengin ailelerinin yazlık evleri olabileceğini düşündüren evler… Gana’da olduğumuza kim inanır, bir tekne üstüne efil efil gidiyoruz denize doğru. Karşımda Eylül -3 senedir yaşadığı karanlık Stockholm’dan güneş özlemiyle kendinden geçmiş- sıcağı, güneşi, aydınlığı içine çekiyor. Steffi ile arada -inanamayarak- birbirimize bakıp belki de Gana’da geçirdiğimiz en güzel günü kutluyoruz. Emily ise dünyayla bağını koparmış, yol boyunca geçtiğimiz balıkçı kasabalarının fotoğraflarını çekiyor. Bayıldık bayıldık; denize yaklaştıkça minik sahil motelleri başlıyor, -tabii ki sesi maksimuma ayarlanmış- dev hoparlörlerden yükselen Gana müziği, Gana renklerinde boyanmış Hindistan cevizi ağaç gövdelerine asılı hamaklar…

***
İkinci gün, şoför-rehberimiz Boris’le tanışmamız ile birlikte bütün şu Gana hadisesinin en heyecan verici günü başladı. 2,5 saatlik kara yolculuğunu takiben Togo sınır kapısına ulaştık. Sınır dediğim, karşılıklı 2 küçük baraka, ortasında 2 ülkeyi birbirinden ayıran demir kaldıraç. Önce Gana tarafındaki barakaya girdik. Karanlık hol gibi bir alanda üstünden savaş geçmişçesine delik deşik, boyası dökülmüş duvarlar, yan yana dizili ahşap masalar, masalarda yeşil giyimli Gana pasaport polisleri. İçerde aydınlatma bulunmuyor, panjur şeklinde kesilmiş ahşap parçalardan oluşan pencerelerin arasından ışık huzmeleri süzülüyor. Tavanda pervaneler var; içerinin havasını ve haliyle tozunu dağıtıyor. Düzenli bir sıra bulunmuyor, verilen formları doldurmak üzere derisi parçalanmış koltuklara, yerlere, sağa sola oturmuş insanlar, ülkeden çıkış yapmak üzere, kendilerinden istenilen bilgileri yazıyorlar. Olur ya hani, James Bond filmlerinde, kahramanımızın 3. Dünya ülkelerinden birinde bulması gereken adamlar vardır, özet jetiyle tozun toprağın, got got ederek kaçışan tavukların ortasında sarı-turuncu tonlu kumlu toprağa iner… İşte öyle bir şey… Yalnızca, buralardaki tavuklar koşuşmuyor, taşıyan kişinin işlemleri tamamlanana kadar ayakları bağlı koyuldukları yerde sakin sakin yatıyorlar.

Gana’dan “çıkış”ımız gerçekleşti, yürüyerek sınırı geçtik, Togo’ya “giriş” yapmak üzere bu ülkenin ilgili barakasına doğru ilerledik. Togo pasaport polisi – ki tek kişiydi- iki basamakla çıkılan baraka kapısının önüne yerleştirilmiş bir masada işlem yapıyor. Açıkhava sınır kapısı! :)

Kapıyı geçtiğimiz an itibariyle İngilizce unutuldu, artık hiç kimseyle anlaşamıyoruz, sadece Fransızca var.  Rehberimiz aracılığıyla pasaportlarımız istendi, Türk olduğumuz için bizden –Amerikalılara oranla- daha az para alındı. (Sebebini bilemiyorum, Togo bizi seviyormuş anlaşılan :) Hiçbir soru sorulmadı. Pasaport polisimiz 20‘şer dolar karşılığı Togo Frank’larını (10.000 CFA) aldı, sakin sakin saydı, cebine yerleştirdi sonra içinde mühürlerin olduğu yarı kırık ahşap çekmecesini açarak, uzuuuuuun uzun hazırlayacağı vizeler için gerekli pul ve mühürleri çıkarttı.  Vizelerin tamamının yazılmasını bekledikten sonra polisle birlikte fotoğraf çekmek istedim ama tabii ki hayır dediler :) Togo’da da olsak sınır geçiyoruz, gümrükte fotoğraf çekilmiyor.

Sınırın her iki yanında şehirler var; Gana tarafında hareketli bir sınır şehri (Günlük yaşamda kafalarda taşınan ticari mallar, iki ülke arasında da gidip geliyor; iki tarafa doğru da insan trafiği akıyor). Togo tarafındaki şehir ise, Togo’nun başkenti Lomé. Geçtiğimiz anda hayat değişiverdi bir anda… İnanılır gibi değil; kıyaslayıp da Gana’yı gelişmiş bir ülke olarak algılayacağım hiç aklıma gelmezdi. Yol yok, iz yok, trafik kuralı, ışığı, sokak lambası yok.. Sahil boyunca ilerleyen ana yola asfalt dökülmüş, bir paralel sokağa sapınca o da yok. Sokaklar derin derin kum. Araba saplanıyor, saplanıp kalıyor. Gana’nın aksine, herkes motorsiklet kullanıyor. Yol boyunca motorsikletler üzerine dizilmiş aileler geçiyor insanın sağından solundan. İnsanın yüzünü, kafanın önüne doğru indirilen camla koruyan, çenenin altında deri kemerle tutturulan eski tarz kasklar, Şener Şen’in “Vecihi” olduğu zamanları çağrıştıran pilot tipi gözlükler kullanılıyor.

Gümrükte sonsuz zaman harcadığımız için Lomé’ye geçmemiz zaman aldı, saat 4.30 gibi girebildiğimiz şehirde yapmak istediğimiz tek şey olan “Vudu Market” ziyaretimiz için yola çıktık hemen. Amaaaa önce cebimizdeki Gana Cedi’lerini Togo Frank’ına çevirmek gerek… ATM yok, döviz bürosu yok… Eeee? Kara borsa var! Efendim, sokaklarda para satan adamlar bulunuyor. Ellerinde deste deste paralarla yanına yanaşıp para lazım mı diye soruyorlar :)))) Boris bizi bir benzinliğe götürdü. Arabayı park edip, yola doğru yöneldik. Çevremizdeki adamlarla birkaç kaş göz işaretinin ardından, arabaya doğru geri yürümeye başladık,  peşimizde bir adamla tabii ki. Adam kuytuya doğru yerleşti, Boris’le Fransızca konuşarak, “ne kadar lazım?” diye sordu. Paralarımızı saydık, karşılıklı anlaştık, el sıkıştık, arabaya oturduk tekrar.


Cebimizde, değerini asla anlayamadığımız çok sıfırlı paralarımızla Vudu market’e girdik. Burası, Togo ve Benin’de doğmuş ve çok yaygın olan vudu büyülerinin içerik malzemelerinin satıldığı yer. “Market” adını duyduğum an itibariyle Kumasi’deki büyük Kejetia market canlanıyordu gözümde. Kıyamet gibi akan bir insan seli bekliyordum ama aksine memlekette düzenli görünen tek yer çıktı karşıma. Bir futbol sahası büyüklüğünde dikdörtgen alana, sağlı sollu yerleştirilmiş baraka dükkancıklar ve önlerindeki tezgahlarla derli toplu sakin bir yer. Acayip olan, tezgâhların üstünde satılanlar; ölü hayvanlar, kuşlar, bukalemunlar, kertenkeleler, kafatasları, çeşitli hayvan parçaları, derileri ile pati ve ayakları, tahtadan oyma her tarafı çivi çakılı vudu bebekleri, farklı taşlar, otlar… “Aracı” denilen adam içeriye girmemize izin vermek ve bizi gezdirmek üzere, değerini asla hesaplayamadığım çok sıfırlı bir paralar aldı bizden. Sonra anlatmaya başladı.

-          Bizim geleneğimizde kişi hasta ise önce doktora gider, işe yaramamışsa Fetiş rahibe başvurur… Burası da fetiş rahiplerin, hazırladıkları şifa ve –gerekli olduğu noktada- beyaz büyülerin malzemesinin satıldığı yer. Hazırlanacak bir şifa veya büyü varsa önce şef rahibe gidilir, danışılır, onun yönlendirmesi ile alınacakların listesi çıkartılır.


Bize türlü türlü hayvan gagası, bacağı, organı gösterip tanıttıktan sonra dedi ki, sıra geldi fetiş rahiple tanışmaya. Bu arada hava artık tamamen kararmış, rahibin bulunduğu- 4metrekare ya var ya yok- barakaya buyur edildik. Elektrik, ışık hiçbir şey yok. Odada yere dizili ölü birkaç hayvan; tahtadan oyma, cinsel organları abartılı şekilde büyük/küçük yapılmış vudu bebekler; put olduğunu düşündüren büyükçe bir tahta heykel, önünde metalden çanlar, aralarına dikilmiş 2 beyaz mum... Mum ışığının hareketiyle büyüyüp küçülmekte olan gölgelerin arasında, tahta bir banka dizildik dördümüz yan yana. Sağımızda Boris ve Togo’lu aracı adam yerlerini aldılar, onların da karşısına (bizim solumuza) da başından beri sakin sakin bize bakan fetiş rahip oturdu.

Rahip yerel “Fa” dilinde anlattı, aracı Fransızcaya aktardı, Boris İngilizceye çevirdi. Bizim sorularımız oldu,  Boris Fransızcaya çevirdi, aracı Fa’ya çevirdi, rahip anladı. Yüz saat filan sürdü sanırım :) Sonuç olarak hazır beyaz kadınlar gelmiş, biz bunlara neler de satarız’a geldi mevzu. “Hiç ısrar yok, baskı yok ama buradan bir şeyler alırsınız herhalde” diyerek, sağlığını, evini, aileni korumak üzere yapılan basit birkaç büyü ve muska gösterdiler. Anlamadığımız çok sıfırlı Togo parası cinsinden çok sıfırlı pazarlıklar döndü, bir iki bir şeyler alındı, alınan mallar, put olduğunu sandığım heykele doğru çalınan çanlar eşliğinde hiç duymadığımız bir dilde kutsandı, velhasıl gecenin zifir karanlığında ayrıldık büyücülerden.


Çok şükür vudu market’ten çıktığımızda saat 9’a geliyordu. Arabamıza atladık, ışıksız, ara ara sel gelmiş, kalanında kum dolu yollarında ilerlemeye başladık. Aynı kiliseyi üçüncü kere gördüğümüzde kaybolduğumuzu anladık ama hepimiz geçirdiğimiz günden o kadar tatmin olmuştuk ki, Allah’ın Togo’sunda gece yarısı kaybolmuşuz, ne önemi var diyerek ondan da zevk aldık, kahkahalar eşliğinde aynı kiliseyi 4. kez geçtik :)

***
Eylül'le geçirdiğimiz 1 haftanın her anından anlatamayacağım kadar keyif aldık. Sinekten, böcekten, yemeklerdeki kötü yağlardan, yiyecek bulamamaktan, pislikten, tozdan, fareden kurbağadan yengeçten kertenkeleden, toplamda bin saat yollarda olmaktan, o dev gibi bavulu toplayıp toplayıp tekrar açmaktan, akmayan sulardan, her gece düzenli olarak kesilen elektrikten, aşırı nemden sürekli kabaran saçlarından, sifonsuz tuvaletlerden, tuvaletsizlikten söylenmeden Gana’nın tadını çıkardı Eylül benimle. Gana da bize izin verdi, okyanusunun “adamı dışarı tüküren” cinsinden dalgalarını iki günlüğüne olsun sakinleştirdi, yolları açtı, hiç kötü sürpriz yapmadı.
Eylül'den kendi seçtiklerini yazmasını istedim. Onun Gana’sını buradan okuyabilirsiniz :))
P.S. Benim küçük cep makinam Togo'da çalındı. Haliyle kızların çektiklerini yükleyebiliyorum.

TOGO FOTOĞRAFLARI İÇİN TIKLAYINIZ :)

ADA FOAH FOTOĞRAFLARI İÇİN TIKLAYINIZ :)

Sevgiler,
Esra

19 Şubat 2012 Pazar

ANNE BEN CAMİ'YE GİTTİM


Siz hiç pembe Kur’an kursu gördünüz mü? :) Ay ben neler gördüm Gana’da!
***
İnsanların yeni tanıştıkları birisine ismini sorduktan sonra kurdukları ikinci soru cümlesi “dinin nedir?” bu ülkede.
Evet, çok dindarlar…
Buna ek olarak din, sosyal yaşamın, nereye ait olduğunuzun, kişilerin kafalarda yerleştiği kalıpların önemli bir parçası. Gana’nın güneyi, Ashanti kabilesi, kabilenin tüm alt kolları ve farklı diyalektiklerle de olsa Twi dilini bilen “Akan” halkının dini çoğunlukla Hristiyanlık. Haliyle bizim burası, başkent Akra, deniz kenarına gittiğimiz Cape Coast ve Takoradi civarının çoğunluğu bu dine mensup.
Kuzeye doğru çıktıkça Müslümanlarla karşılaşıyorsunuz. Hatırlarsınız, savan arazi ve hayvan fotoğrafları çektiğim ulusal parkların çevresinde camiler gezmiştim. Oralar ise tamamen Müslüman. Bölgesel olarak bu kadar net ayrılmış olsalar da, her şehirde “geleneksel din” (ve fetiş rahipler), Hristiyanlar, Müslümanlar yan yana yaşıyor. Herhangi bir gerginlik filan da yok aralarında, sadece birbirlerinden farklılar. Kişinin Tanrı’ya inandığını ve bir dine mensup olduğunu öğrendikten sonra içler rahatlıyor Gana’da :)
***
Şoförümüz Ahmad, (Kuzey’li bir Müslüman) buraya ilk geldiğim gün, beni Kumasi merkez cami’sine götürmeye karar vermişti. Esasında beni “Cuma’ya” götürmeye niyetliydi ama bizde kadınların Cuma’ya gitme adeti olmadığını öğrendiğinde hayal kırıklığına uğradı. Ben, öğle veya ikindi namazına yetişiriz diye düşünmüştüm ama sanırım yanımızda kızların bulunmasından kaynaklı, cami’nin en boş olacağı anı seçmiş, sabah 9.30’da gelir alırım sizi dedi.
Cami’nin içini dışını gezdik; dikdörtgen şeklindeki caminin çevresinde, duvarlar boyunca kur’an kursları dizilmişti farklı yaş gruplarına göre, çocukları coşturduk, “uzaylı obroni’ler” olarak sınıfların konsantrasyonunu dağıttık. Dışarı çıktık Müslüman mahallesinde dolaştık, acayip görünümlü dar sokaklardan yürüdük çevremizde bir çocuk güruhu, keçiler ve tavuklarla birlikte, Cami’nin yakınındaki bir Müslüman okuluna girdik, öğretmenlerle tanıştık, çocuklarla konuştuk, bolca fotoğraf çektik. Birkaç izlenim nacizane;

·         Cami’nin mimarisi Arap’lardan alınma. Yeşil beyaz cami üzerine Arap harfleriyle Kur’an’dan alıntılar var duvarlarda. İçeri girerken cami’den sorumlu bir kişiyle karşılaşmadık, müezzin, imam, herhangi bir görevli; kimse yoktu. Başımızı kapatmamız gerekeceğini düşünerek şal getirmiştik, uyarıya gerek kalmadan da örtündük fakat açık gelseydik de müdahale edilmeyecekti muhtemelen.

·         İçeri girdik. Kadın ve erkek girişi aynı kapıdan. Girişte soldan bir merdiven, kadınlar bölümüne çıkıyor. Onun dışında alt kat erkekler için ayrılmış.

·         Ayakkabılarımızı kapının önünde çıkartırken, holde halı olmaması dikkatimi çekmişti ama asıl şoku içeri girince yaşadım. Halı yok. Hiçbir şey yok yerlerde. Bildiğiniz kara taş kaplı caminin yerleri, onun üstünde namaz kılıyorlar. Temiz de değil üstelik, belli ki çalı süpürgesiyle süpürülüyor ama insanın ayakları yerdeki tozu toprağı hissediyor, topluyor.


·         Mihrabı göremedim, bomboş erkek bölümüne iki adım attığım anda Ahmad heyecanlandı, “giremezsin, orası erkek bölümü!” diye kesin şekilde geri döndürdü beni… “Yok artık Ahmad, ne olacak namaz yok bir şey yok, iki dakika bir şeye bakacağım” dedim ama yoğun anksiyete yaşamaya başladı, tamam dedim, üst kata bir bakıp geleyim ben o zaman… Üst kata da bakmış, bir organizasyon varmış, yok yok oraya da giremezsin, insanlar var dedi. Ay dedim, sen otur kenarda gergin gergin bekle o zaman beni, ben bir kadın olarak kadınlar bölümüne çıkıyorum, fotoğraf makinamı da çantama koyuyorum.

·         Kadınlar bölümüde sıra sıra dizilmiş sandalyelerde kadın ve erkekler oturuyorlar, elinde amfi’ye bağlı mikrofonla twi dilinde vaiz veren bir adamı dinliyorlardı. Vaiz Gana’da -hangi dinin hangi din adamından; günün hangi saatinde ve nerede olursa olsun- kabul gören bir şey. Örneğin Kejetia Market’te binlerce insanın aktığı selin arasında bile, elinde portatif hoperlörle din içerikli konuşmalar yapan din adamlarıyla karşılaşabiliyorsunuz, çok normal.

Bu noktada, camideki manzarayı enteresan kılan birkaç şey var; birincisi, kadın ve erkekler yerde değil, sandalyede oturuyor (e tabi yerler taş, anlamak mümkün). Sonra, kadın ve erkeğin her alanda birlikte ve “dışarıda” olduğu Gana kültüründe, cami’ye gelindiğinde oturma düzenini kadın ve erkek’leri ayırması ilginç. Bunun dışında, konuşmayı yapan din adamı çok genç idi, namaz dışında bir saatte, imam olmayan bir kişiden cami içinde vaiz dinlemek bizde hiç olmayan bir aktivite.

·         Cami’nin dış cephesi’nde açık alanda namaz kılınacak yer bulunmuyor. Duvarlar boyunca okul sıraları dizilmiş, birbirinden belirli mesafelerle ve kara tahta ile ayrılmış Kur’an Kursu sınıf-çıkları bulunuyor. Kız erkek çoğunlukla karışık, çocukların bu sınıflara yaş gruplarına göre dağıtıldıklarını düşündüm. Açık hava sınıflarının dışında, “okul” adı verilen bir kulübe- binada, duvarla ayrılmamış 2 sınıf daha gördük. Köy okulları gibiydi, dikdörtgen bir alan, sağda bir tahta, bir öğretmen, bir grup öğrenci, solda bir tahta, bir öğretmen, bir grup öğrenci. Afrika’nın genel karakterinden ötürü olsa gerek… Cami de olsa, Arap’tan alınma da olsa, rengarenk. Sınıf parlak pembeye boyanmıştı!



·         Kur’an Kursuna giden kızların hepsinin başı kapalıydı; namaz örtüsü düşünün, omuzları örtecek şekilde başın üstüne öylece bırakılmış. Alın örtünün iki tarafını, tam çenenin altında birleştirin. Aşağı kadar dikin. İşte çocukların kafasında örtü olarak o vardı. Esnek kumaşlardan, sadece yüz çevresini dışarıda bırakacak şekilde dikilmiş başörtüleri. Çocuklar onu, kafalarından geçiriyor, bir nevi giyiyorlar. Bana çok akıllıca geldi. Çünkü anladığım kadarıyla cami, mahallenin yaşam alanının çok içinde, çocuklar orada yaşıyor, okuyor, oyun oynuyor... Kur’an dersi zaten uzun sürüyor, içeriye sürekli girilip çıkılıyor. Haliyle küçücük çocuğun her seferinde kayıp duran örtüyü tekrar tekrar bağlamaya çabalamasındansa, bir kerede giymesi daha kolay. Kafalar traşlı zaten, saç da yok :)

·          Cami gezimiz bitince çevredeki Müslüman mahallesinde yürüdük biraz. Çok fakir, çok kirli, çok çok.. aciz. Kuzey illerinden kopyalanıp Kumasi’ye yapıştırılmış gibi. Bir okula girdik örneğin, öğretmenler, Gana halkının karakteristiği, dünya tatlısı gülümseyen gözleriyle karşıladılar bizi; Salih, Ebu-bekir, Muhammed al Habib. Okulu gezdirdiler, sistemi anlattılar ama.. Felaket bir yer, burada bir hafta okuyan çocuğun, ya bir yerine enfekte bir çivi batar, ya çocuk açıktan akan kanalizasyondan mikrop kapar, trabzansız merdivenden düşer, yarım kalan okul inşaatının terasından yuvarlanır dersiniz... Sınıfları birbirinden ayıran suntalar kırılmış, bir sınıfın duvarına bakarak diğerini görebiliyorsunuz.


·         Kadınların bir kısmı kapalıydı bu mahallede. Fakat örtü bizde olduğundan farklı algılanıyor gibi görünüyor. Müslümanlık, Arap’lık, Arapça çok iç içe. Giyime de yansımış. Arap gibi giyinmek, Arap gibi olmanın; yani “Müslümanlığın” bir parçası. Dolayısıyla Arap gibi giyinen Gana’lı kadınlar, genel kıyafetin bir parçası olarak başlarını da örtüyorlar. Kara çarşaf asla yok. Siyah, burada sadece cenazelerde, belirli bir kumaştan olmak kaydıyla giyinilen bir renk. Başka zaman giyinince “garip” kaçıyor. Haliyle, Arap gibi çarşaf tipi örtü de taksa, kendi çılgın desenlerinde rengarenk kumaşlar kullanıyor. (Ah bir daha denk gelsem de fotoğraf gösterebilsem size.. Ben ona uzaylıyım, o bana! :) Onun dışında geleneksel Gana elbiselerini giyiyorsa başını hiç kapatmaya da biliyor veya Gana stilinde bandana-vari bir tarzla bağlıyor.

Erkeklerin giyimi de aynı. Arap erkek “ehram”ları gibi elbiseler giyiyorlar, ayak bileklerine kadar uzanacak şekilde. Tabii ki renkli kumaşlardan :)

Etkileyici bir geziydi, gerisini fotoğrafla anlatayım; tıklayınız... FACEBOOK
Sevgiler,

15 Şubat 2012 Çarşamba

BİBİNİ OBRONİ’YE ANLATTI: KADIN -1. BÖLÜM


-          Bazı Arap ülkelerinde erkekler meyve sebze satıyormuş... Düşünün adam domates tartıyor...!
-          Kadının çalışmaması ne demek? Bir kişinin çalışmasıyla ev mi geçinirmiş?
-          Çalışmayan kadının hakkında dedikodu çıkar bu ülkede…
-          Pazar günleri kilise günüdür; kalan zamanda çamaşır yıkanır, temizlik yapılır.
-          Biliyor musun Esra, Akra civarında bir gelenek var, bazı kadınlar evlendikten sonra vakitlerini anne-babalarının evi ile kocalarının evi  arasında paylaştırıyorlar. Gündüz anne-babasının evinde duruyor, gece kocasının yanına geliyor.

***
Gördüğünüz gibi okullardan birisi proje olarak “Gana’da Kadının Kimliği”ni çalışmaya karar verdi :)
Baştan anlatayım.
Ben burada "Gelişim Okulları" diye bir proje için çalışıyorum. Malum bu iş, öğretmenlere internet ve bilgisayar eğitimi vermeyi kapsıyor ki; hala aktif bir şekilde devam ediyor. Bunun yanında, bizim örgütün geçtiğimiz sene başlatmayı planladığı ama teknik yetersizlikler yüzünden askıda tuttuğu bir alt proje vardı. Projeye göre, Gana’dan seçilmiş 2 liseden gelen (6’şardan) 12 öğrenci, kendileri ile eşleştirilmiş olan bir Amerikan okulu ile “Birleşmiş Milletler Münazara Modeli” bir konu seçip, Skype üzerinden online tartışma yapacaklarmış. Geçen sene de denemişler, biz de bu sene denedik derken, gayet açık bir şekilde anlaşıldı ki, yavaş ve kalitesiz internet, 3 okul, aradaki 5 saatlik zaman farkı ve öğrencilerin kalabalık oluşu sebebiyle projenin yürümesi mümkün değil. Bu noktada bu alt projeyi bana verdiler, yeniden tasarlayıp uygulanabilir bir hale getirmem için.

Sonuç olarak şöyle bir format uygulamaya karar verdik; projeye New York’tan bir Amerikan okulu daha ekliyor, okulların çift’ler halinde çalışmalarını öngörüyor, onlara gerçek bir öğrenci kulübü kurdurtuyoruz. Öğrenciler, okullara göre ayrılmış ikili gruplar halinde bir dönemlik proje çalışması yapıyorlar; amaç kültürel ağırlığı olan konularda çalışıp, karşılıklı kültürlerini paylaşmaları. Bunu yaparken, algı’larını mümkün olduğunca açmayı, dışarıdaki dünya hakkında daha önyargısız, daha cesur, “farklı olanı” da kabullenen şekilde gelişmelerini sağlamayı umuyoruz.

Şimdi burada okul yılı 3 dönemden oluşuyor; Eylül – Aralık arası 1. Dönem, 3 hafta tatil; Ocak – Nisan arası 2. Dönem; Mayıs- Temmuz arası 3. Dönem. Her dönem yeni üyelerin katıldığı, çift olunan okulla birlikte ortaya bir “araştırma yazısı” yazdıkları 3 aylık süreçler halinde tanımlanıyor.

İlk ay, zaman planının çıkartılması, koordinatörün seçilmesi, karşılıklı ekiplerin “kendilerini tanıtan” videolar çekip ortak online platforma yükledikleri ve ortak bir konuya karar verdikleri dönem.

İkinci ayda, karar verdikleri konu üzerine bir rapor yazmaları bekleniyor. Maksimum 3 sayfa uzunluğunda (MS Word’de yazılacak) raporu hem yazılı olarak yükleyecek, hem de bir videoya görüntülerini çekmek suretiyle “sunum yaparak” aktaracaklar. Rapor ve sunumların karşılıklı paylaşılmasının ardından ekipler, karşı ekibin sunumunu dinleyecek, karşı tarafın raporunda yer alan detaylandırılmasını istedikleri enteresan bir noktayı gündeme getirecek.

Üçüncü ayda ise ekipler, kendilerine işaret edilen ilgi çekici konuda bir “ek çalışma” yapacaklar. Örnek vermek gerekirse, “göç” çalışan Gana’lı ekibin raporunda sözü geçen “yüzlere bıçakla kesik atılarak yapılan kabile işaretleri” güzel bir detaylandırma talebi olabilir. (Konuyu merak edenler, tıklayınız) Öğrenciler bu ek çalışmada, MS Word’de rapor yazmak yerine dışarı çıkacaklar. Anlatmak istedikleri şeyi sanat kullanarak gösterecekler. Fotoğraf, gazete küpürleri, her türlü malzemeden yapılmış kolaj, müzik veya röpörtaj kullanmakta özgürler. Üçüncü ayın ortası gibi bu ek çalışma da tamamlanacak. Son olarak, okul kapanmadan önceki iki haftada yapacak son birkaç işleri var; resmi olmayan bir skype seansında, birlikte çalıştıkları okul ile birlikte kendilerini değerlendirecek, vedalaşacaklar. Mezun olanlar okuldan ayrılırken, koordinatör öğrenci, yeni dönem üyelerine mülakat yapıyor olacak.

Kullanacağımız online ortam için facebook’ta üyelere özel bir grup açtık. Tüm öğrenciler bu ortak alana üye. Amerikalılar ve Ganalılar kendi içinde de sosyalleşip, birbirlerinin projesine göz atabiliyor.

***

Şu anda bulunduğumuz noktada, ilk çift çalışma konusunu seçti, araştırmasının ana yapısına karar verdi ve çalışmaya başladı. Amerika tarafını moderatörlüğünü bir öğretmen üstlendi, Gana tarafınınkini ben. Seçilen konu, kadının kimliği. Herkes kendi ülkesini değerlendiriyor. Son toplantımızdan çıkan ilgi çekici konu başlıklarını not edeceğim ama önce;

-          Esra biliyorsun ki biz çalışkan tipleriz, ne versen anında yaparız. Neden bu proje işini 3 aya yayıyorsun? İki hafta sonu çalışsak yazarız biz bu raporu…

-          Biliyorum yazarsınız ama burada amaç bana rapor yazmanız değil :) Farklı olanı arayıp, kendinize dışarıdan bakacaksınız. Daha önce yapmadığınız şekilde çalışacak, araştıracaksınız. İnternette veya sözlükte yazan cümlelerin özetini çıkartmanızı istemiyorum sizden. O bilgilerin oluşturduğu temelin üstüne kendi fikirlerinizi üreteceksiniz.
      ***

-          Esra bu konu çok zormuş, başka konu mu seçseydik ki?

-          Konu zor değil, sadece daha önce yapmadığın bir şey yapıyorsun. Zevkli değil mi?

-          Zevkli de… Neyi nerde arayacağımı bilemiyorum

***

-          Esra ben bu konuştuğumuz şeyi göstermek için fotoğraf çekmek isterim ama…

-          Tamam, şimdilik benim küçük makineyi kullanırsınız, merak etme ben giderken okula sizin kullanımınız için bir fotoğraf makinesi bırakacağım.

Çok akıllılar, iddialılar, cesurlar... Anne babalarının beyaz insanı algılayış biçimine sinir oluyorlar; yaptığımız “beyin fırtınaları” olumsuz konular üzerine odaklanıp da uzun süre orada kalırsa, tepki geliyor: “Tamam yazalım bunları ama unutmayın ki Gana çöplüklerden oluşmuyor, bir sürü güzel şey de var bu ülkede, ben onları da anlatmak istiyorum!”

Online öğrenci kulübümüzün St Louis yatılı Lisesi kızlarını görmek isterseniz, aşağıda Amerikalı ekip arkadaşları için çektikleri “tanıtım video”sunu yüklüyorum :)



Sevgiler,

Esra