8 Mart 2012 Perşembe

...GECENİN ZİFİR KARANLIĞINDA AYRILDIK BÜYÜCÜLERDEN...

B: Ay! Ay o da neydi..?
E:Ne bileyim bir şey çarptı ayağıma, çantanın sapı herhalde…
Gana’lı kadın: Yok, fare geçti, o zıpladı ayağınızın yanından, aman pek de fenaydı…

***
Akra’ya varışımızla birlikte, hem anksiyetesi hem kahve ihtiyacı tavan yapmış ve hızla beyazlamakta olan Eylül'ü rahatlatmak için apar topar Mövenpick otele götürdüm. Gana’daki 1 haftayı diken üstünde geçirmemize rağmen, o kadar çok eğlendik ki uçarken Eylül'ün gözüne çarpan böcekler, gece kelebekleri, sahilde odamızın önüne kadar gelip kapıdan içeriye giremediği için kumu kazarak öbekler halinde geceleyen yengeçleri ve her sabah çığlık kıyamet ötmeye başlayan kuşların sesine uyanmayı dert etmedik. Yani... ben mecburdum zaten kabullenmeye 6 aydır ama… Eylül de göz ardı etmeye alıştı. Fakaaaaat... Havaalanında ayağından sekip öteki tarafa zıplayan fare yok mu?. O azıcık fazla geldi işte :) Gana’da dünya standardını tutturmuş tek mekân olan Mövenpick’te 2 kupa filtre kahvesini getirdiler, üstüne güzel bir salata servis ettiler, düzgün mekân, yemek, ekmek, arkadaşımın yüzüne gözüne renk geldi. Ve yola çıktık.

Bu sefer rotamız Togo :) Gana’nın kurtuluş haftası olması sebebiyle 5 günlük tatilimiz var; ev arkadaşım, Steffi, Amerika’dan bir aylığına MCI’dan gelen yöneticimiz Emily, Eylül ve ben, döküldük yola. İlk durağımız Gana-Togo sınırına yakın Ada Foah ismindeki sahil kasabası. Üstüne dev bir baraj kurulu Volta nehrinin delta yaparak denize döküldüğü yer. Genel Gana beklentimizin çok düşük olmasından mıdır, mekânın doğal güzelliğinden midir bilmem, cennete düştük sandık. Volta nehri kıyısına iskelesi olan, beyaz ahşap yazlık evlerde görmeye alıştığımız tırabzanlar ile çevrelenmiş, temiz, L şeklinde binanın baktığı iç bahçe, havuz ve çim alandan oluşan bir otel.

Aldığımız nefes için bile pazarlık etmeye alıştığımızdan, otelin fiyatını aşağı çekmeye çalışıyoruz. “Biz yanlış anlamışız, biz bu fiyatı Gana cedi’si olarak düşünmüştük, dolar olunca çok fazla oluyor, nasıl olacak, şimdi biz sokakta mı kalalım…” derken otelin teknesinin bizi çevrede dolaştırması karşılığında toplam bir maliyette anlaştık, sen sağ ben selamet, kendimizi ırmağın üstünde bulduk.   


Kızılırmak genişliğinde bir ırmak. Denize çıkana kadar yol boyunca ufak adacıklar, adacıklar üzerinde palmiye ve hindistan cevizi ağaçları… Kıyıda, Akra’ya 1,5 saat mesafede olduğu için büyük şehrin az da olsa zengin ailelerinin yazlık evleri olabileceğini düşündüren evler… Gana’da olduğumuza kim inanır, bir tekne üstüne efil efil gidiyoruz denize doğru. Karşımda Eylül -3 senedir yaşadığı karanlık Stockholm’dan güneş özlemiyle kendinden geçmiş- sıcağı, güneşi, aydınlığı içine çekiyor. Steffi ile arada -inanamayarak- birbirimize bakıp belki de Gana’da geçirdiğimiz en güzel günü kutluyoruz. Emily ise dünyayla bağını koparmış, yol boyunca geçtiğimiz balıkçı kasabalarının fotoğraflarını çekiyor. Bayıldık bayıldık; denize yaklaştıkça minik sahil motelleri başlıyor, -tabii ki sesi maksimuma ayarlanmış- dev hoparlörlerden yükselen Gana müziği, Gana renklerinde boyanmış Hindistan cevizi ağaç gövdelerine asılı hamaklar…

***
İkinci gün, şoför-rehberimiz Boris’le tanışmamız ile birlikte bütün şu Gana hadisesinin en heyecan verici günü başladı. 2,5 saatlik kara yolculuğunu takiben Togo sınır kapısına ulaştık. Sınır dediğim, karşılıklı 2 küçük baraka, ortasında 2 ülkeyi birbirinden ayıran demir kaldıraç. Önce Gana tarafındaki barakaya girdik. Karanlık hol gibi bir alanda üstünden savaş geçmişçesine delik deşik, boyası dökülmüş duvarlar, yan yana dizili ahşap masalar, masalarda yeşil giyimli Gana pasaport polisleri. İçerde aydınlatma bulunmuyor, panjur şeklinde kesilmiş ahşap parçalardan oluşan pencerelerin arasından ışık huzmeleri süzülüyor. Tavanda pervaneler var; içerinin havasını ve haliyle tozunu dağıtıyor. Düzenli bir sıra bulunmuyor, verilen formları doldurmak üzere derisi parçalanmış koltuklara, yerlere, sağa sola oturmuş insanlar, ülkeden çıkış yapmak üzere, kendilerinden istenilen bilgileri yazıyorlar. Olur ya hani, James Bond filmlerinde, kahramanımızın 3. Dünya ülkelerinden birinde bulması gereken adamlar vardır, özet jetiyle tozun toprağın, got got ederek kaçışan tavukların ortasında sarı-turuncu tonlu kumlu toprağa iner… İşte öyle bir şey… Yalnızca, buralardaki tavuklar koşuşmuyor, taşıyan kişinin işlemleri tamamlanana kadar ayakları bağlı koyuldukları yerde sakin sakin yatıyorlar.

Gana’dan “çıkış”ımız gerçekleşti, yürüyerek sınırı geçtik, Togo’ya “giriş” yapmak üzere bu ülkenin ilgili barakasına doğru ilerledik. Togo pasaport polisi – ki tek kişiydi- iki basamakla çıkılan baraka kapısının önüne yerleştirilmiş bir masada işlem yapıyor. Açıkhava sınır kapısı! :)

Kapıyı geçtiğimiz an itibariyle İngilizce unutuldu, artık hiç kimseyle anlaşamıyoruz, sadece Fransızca var.  Rehberimiz aracılığıyla pasaportlarımız istendi, Türk olduğumuz için bizden –Amerikalılara oranla- daha az para alındı. (Sebebini bilemiyorum, Togo bizi seviyormuş anlaşılan :) Hiçbir soru sorulmadı. Pasaport polisimiz 20‘şer dolar karşılığı Togo Frank’larını (10.000 CFA) aldı, sakin sakin saydı, cebine yerleştirdi sonra içinde mühürlerin olduğu yarı kırık ahşap çekmecesini açarak, uzuuuuuun uzun hazırlayacağı vizeler için gerekli pul ve mühürleri çıkarttı.  Vizelerin tamamının yazılmasını bekledikten sonra polisle birlikte fotoğraf çekmek istedim ama tabii ki hayır dediler :) Togo’da da olsak sınır geçiyoruz, gümrükte fotoğraf çekilmiyor.

Sınırın her iki yanında şehirler var; Gana tarafında hareketli bir sınır şehri (Günlük yaşamda kafalarda taşınan ticari mallar, iki ülke arasında da gidip geliyor; iki tarafa doğru da insan trafiği akıyor). Togo tarafındaki şehir ise, Togo’nun başkenti Lomé. Geçtiğimiz anda hayat değişiverdi bir anda… İnanılır gibi değil; kıyaslayıp da Gana’yı gelişmiş bir ülke olarak algılayacağım hiç aklıma gelmezdi. Yol yok, iz yok, trafik kuralı, ışığı, sokak lambası yok.. Sahil boyunca ilerleyen ana yola asfalt dökülmüş, bir paralel sokağa sapınca o da yok. Sokaklar derin derin kum. Araba saplanıyor, saplanıp kalıyor. Gana’nın aksine, herkes motorsiklet kullanıyor. Yol boyunca motorsikletler üzerine dizilmiş aileler geçiyor insanın sağından solundan. İnsanın yüzünü, kafanın önüne doğru indirilen camla koruyan, çenenin altında deri kemerle tutturulan eski tarz kasklar, Şener Şen’in “Vecihi” olduğu zamanları çağrıştıran pilot tipi gözlükler kullanılıyor.

Gümrükte sonsuz zaman harcadığımız için Lomé’ye geçmemiz zaman aldı, saat 4.30 gibi girebildiğimiz şehirde yapmak istediğimiz tek şey olan “Vudu Market” ziyaretimiz için yola çıktık hemen. Amaaaa önce cebimizdeki Gana Cedi’lerini Togo Frank’ına çevirmek gerek… ATM yok, döviz bürosu yok… Eeee? Kara borsa var! Efendim, sokaklarda para satan adamlar bulunuyor. Ellerinde deste deste paralarla yanına yanaşıp para lazım mı diye soruyorlar :)))) Boris bizi bir benzinliğe götürdü. Arabayı park edip, yola doğru yöneldik. Çevremizdeki adamlarla birkaç kaş göz işaretinin ardından, arabaya doğru geri yürümeye başladık,  peşimizde bir adamla tabii ki. Adam kuytuya doğru yerleşti, Boris’le Fransızca konuşarak, “ne kadar lazım?” diye sordu. Paralarımızı saydık, karşılıklı anlaştık, el sıkıştık, arabaya oturduk tekrar.


Cebimizde, değerini asla anlayamadığımız çok sıfırlı paralarımızla Vudu market’e girdik. Burası, Togo ve Benin’de doğmuş ve çok yaygın olan vudu büyülerinin içerik malzemelerinin satıldığı yer. “Market” adını duyduğum an itibariyle Kumasi’deki büyük Kejetia market canlanıyordu gözümde. Kıyamet gibi akan bir insan seli bekliyordum ama aksine memlekette düzenli görünen tek yer çıktı karşıma. Bir futbol sahası büyüklüğünde dikdörtgen alana, sağlı sollu yerleştirilmiş baraka dükkancıklar ve önlerindeki tezgahlarla derli toplu sakin bir yer. Acayip olan, tezgâhların üstünde satılanlar; ölü hayvanlar, kuşlar, bukalemunlar, kertenkeleler, kafatasları, çeşitli hayvan parçaları, derileri ile pati ve ayakları, tahtadan oyma her tarafı çivi çakılı vudu bebekleri, farklı taşlar, otlar… “Aracı” denilen adam içeriye girmemize izin vermek ve bizi gezdirmek üzere, değerini asla hesaplayamadığım çok sıfırlı bir paralar aldı bizden. Sonra anlatmaya başladı.

-          Bizim geleneğimizde kişi hasta ise önce doktora gider, işe yaramamışsa Fetiş rahibe başvurur… Burası da fetiş rahiplerin, hazırladıkları şifa ve –gerekli olduğu noktada- beyaz büyülerin malzemesinin satıldığı yer. Hazırlanacak bir şifa veya büyü varsa önce şef rahibe gidilir, danışılır, onun yönlendirmesi ile alınacakların listesi çıkartılır.


Bize türlü türlü hayvan gagası, bacağı, organı gösterip tanıttıktan sonra dedi ki, sıra geldi fetiş rahiple tanışmaya. Bu arada hava artık tamamen kararmış, rahibin bulunduğu- 4metrekare ya var ya yok- barakaya buyur edildik. Elektrik, ışık hiçbir şey yok. Odada yere dizili ölü birkaç hayvan; tahtadan oyma, cinsel organları abartılı şekilde büyük/küçük yapılmış vudu bebekler; put olduğunu düşündüren büyükçe bir tahta heykel, önünde metalden çanlar, aralarına dikilmiş 2 beyaz mum... Mum ışığının hareketiyle büyüyüp küçülmekte olan gölgelerin arasında, tahta bir banka dizildik dördümüz yan yana. Sağımızda Boris ve Togo’lu aracı adam yerlerini aldılar, onların da karşısına (bizim solumuza) da başından beri sakin sakin bize bakan fetiş rahip oturdu.

Rahip yerel “Fa” dilinde anlattı, aracı Fransızcaya aktardı, Boris İngilizceye çevirdi. Bizim sorularımız oldu,  Boris Fransızcaya çevirdi, aracı Fa’ya çevirdi, rahip anladı. Yüz saat filan sürdü sanırım :) Sonuç olarak hazır beyaz kadınlar gelmiş, biz bunlara neler de satarız’a geldi mevzu. “Hiç ısrar yok, baskı yok ama buradan bir şeyler alırsınız herhalde” diyerek, sağlığını, evini, aileni korumak üzere yapılan basit birkaç büyü ve muska gösterdiler. Anlamadığımız çok sıfırlı Togo parası cinsinden çok sıfırlı pazarlıklar döndü, bir iki bir şeyler alındı, alınan mallar, put olduğunu sandığım heykele doğru çalınan çanlar eşliğinde hiç duymadığımız bir dilde kutsandı, velhasıl gecenin zifir karanlığında ayrıldık büyücülerden.


Çok şükür vudu market’ten çıktığımızda saat 9’a geliyordu. Arabamıza atladık, ışıksız, ara ara sel gelmiş, kalanında kum dolu yollarında ilerlemeye başladık. Aynı kiliseyi üçüncü kere gördüğümüzde kaybolduğumuzu anladık ama hepimiz geçirdiğimiz günden o kadar tatmin olmuştuk ki, Allah’ın Togo’sunda gece yarısı kaybolmuşuz, ne önemi var diyerek ondan da zevk aldık, kahkahalar eşliğinde aynı kiliseyi 4. kez geçtik :)

***
Eylül'le geçirdiğimiz 1 haftanın her anından anlatamayacağım kadar keyif aldık. Sinekten, böcekten, yemeklerdeki kötü yağlardan, yiyecek bulamamaktan, pislikten, tozdan, fareden kurbağadan yengeçten kertenkeleden, toplamda bin saat yollarda olmaktan, o dev gibi bavulu toplayıp toplayıp tekrar açmaktan, akmayan sulardan, her gece düzenli olarak kesilen elektrikten, aşırı nemden sürekli kabaran saçlarından, sifonsuz tuvaletlerden, tuvaletsizlikten söylenmeden Gana’nın tadını çıkardı Eylül benimle. Gana da bize izin verdi, okyanusunun “adamı dışarı tüküren” cinsinden dalgalarını iki günlüğüne olsun sakinleştirdi, yolları açtı, hiç kötü sürpriz yapmadı.
Eylül'den kendi seçtiklerini yazmasını istedim. Onun Gana’sını buradan okuyabilirsiniz :))
P.S. Benim küçük cep makinam Togo'da çalındı. Haliyle kızların çektiklerini yükleyebiliyorum.

TOGO FOTOĞRAFLARI İÇİN TIKLAYINIZ :)

ADA FOAH FOTOĞRAFLARI İÇİN TIKLAYINIZ :)

Sevgiler,
Esra