31 Ekim 2011 Pazartesi

ANNE BEN FETİŞ RAHİP GÖRDÜM!

“Kumasi’ye yakın bir kelebek koruma bölgesi varmış, Bobiri diye bir orman…”
***
Bir gün öncesinde –çok bunaldığım bir an için buralara kadar getirmiş ve saklamakta olduğum- Elif Şafak’ın İskender’ini “azıcık karıştıracağım canım, konusu neymiş ona bakacağım” kandırmacasıyla elime alışım… Akşamı ve geceyi Cemile, Pembe, İskender, Âdem, Esma, Yunus ve ailelerinin geri kalanıyla geçirdikten sonra kitabı –okumak denmez ona- tüketişim…
***
Ahmad bizi almaya geldiğinde, günübirlik yaptığımız tüm gezilerde olduğu gibi saat 10.00 olmuştu. Gece okuduğum 400 sayfanın yüzümde bıraktığı iki mor torbacık ile–biraz da gönülsüzce- uyandım. Güneş losyonumu ve sinek spreyleri sürdüm, saçlarımı topladım, botlarımı giydim, termosu doldurdum. 1 saatlik mesafedeki bir ormana gidiyoruz bu sefer. Kumasi’den çıktıktan sonra 30 km’lik yol. Trafiğe bağlı olarak 1 ila 2 saatte varacağız demek. Fakat bugün cumartesi, “cenaze kutlamaları” yolları tıkayacağından biraz daha uzun sürmesine hazırlıklı olmak gerek. (Öyle… Cenazeler kutlanıyor burada; bizim asker yolcu eden davullu zurnalı konvoylar gibi, ardı ardına dizili minibüslerin camlarını sonuna kadar açıp, bedenlerini dışarı sarkıtarak oturan delikanlılar ıslık çalıp eğlenerek cenaze arabasına yol açıyorlar. Cenaze evine vardıklarında, ölmüşün ruhunun boyut değiştirmesini kutlayacak, onun adına sevinecek, içki içerek dans edecekler. )
Yolları tıkayan müzikli- ıslıklı- kalabalık cenaze konvoyları, sokaklarda çırılçıplak soydukları çocuklarını orta yerde başından aşağı buz gibi su dökerek yıkayan anneler, yollar boyunca içi çamur dolu hendekler, dikine kesilerek ikiye ayrılmış varillerden yapılma ocaklarda pişen plantain, sabaha karşı her sokakta yakılmış çöpüninsanın saçına sinen dumanı ve şehrin arka planından beri bizi hep takip eden Afrika vurmalı ritimleri arasında uzun ve keyifli bir Kumasi yolculuğu yapıyoruz önce. Aklımda Elif Şafak’ın kelimeleri,–gerçekyalan- karakterlerinin her biri ayrı endişesi, iki nesil öncesinde yaşayan Pembe’nin çocukluk anısının bir İngiliz kızının hayatına etkisi. Çifte standartlı hayatın ikinci standardının hayat bulduğu şehirde, mutluluğun standartla ilgisini olmadığını öğrendiğim günü hatırlıyorum.
***
Kumasi’den çıkmayı başarabildiğimizde 1,5 saat geçmişti bile. Şehrin dışına çıktığımız sırada Kumasi Üniversite kampusunun içine yöneldik. Güzergâhımız bir şekilde kampusun içinden geçiyordu, ilgiyle çevreyi izlerken aklımdan “buraya başka ne isim koysak uyar” oynamaya başladım kendi kendime; yaşlı ormanın kampüsü, vahşi doğada üniversite hayatı, plantain bahçesine bilim… Dev bir alana kurulu okulun bina-sız kısımları balta girmemiş orman sanki. Her taraf ağaç, çalı, çiçek, alabildiğine yeşil. Binalar geniş, modern ve temiz. Neredeyse bizim okul kadar güzel diyeceğim ama... Abartmayayım :)
Kampusun ardından bir ana yol çıktı karşımıza, sonra dar bir mahalle aralığı geçtik, horozlar, keçiler, her günün klasiği “obroni” diye bağıran çocuklar derken bir orman yoluna saptık. Türkiye’de olsa bu noktada “buradan sonra yol yok, trekking yapacaksınız” diyip atarlardı arabadan adamı. Amed kendine güvenli, “devam edeceğiz, merak etmeyin” dedi. Derinliğini bilmediğimiz içi su dolu oluklardan, belli ki orada olmaması gereken kamyonların lastiklerinin yol açtığı dev hendeklerden geçtik. Hoplaya zıplaya!
***
Velhasıl kelebek koruma alanına geldiğimizde inanılmaz bir şey oldu… Her taraf kelebek! Her rengi, küçüğü, büyüğü, süslüsü, bozu… O kadar çok ki, insanın ayaklarına dolaşıyor. Hatta ara ara poz bile verdiler diyebilirim. Çiçek böcek fotoğrafına oldum olası meraklı değilim ama kendimi minyatür kelebek desenlerini yakalamaya çalışır, yerlerdeki küfü mantarı fotoğraflar buldum. Bu arada rehberimizin, bu eşi bulunmaz ekvator ormanlarındaki, adını asla telaffuz edemeyeceğim ağaçları; onlardan yapılan boyayı, ilaç hammaddesini, baharatı anlatışı kulağıma çalınıyor, bildiğimiz dünyadan hızla uzaklaşıyor gibiydim.

 Orman bir şekilde dokunuyor insana, kendi tarzında buyur ediyor gibi. Göremediğin örümcek ağları kollarını sıyırıyor, nemden alnında iki damla ter oluşuyor, sıcaktan çok bunaldığın sırada ufak bir esinti seni serinletiyor…










Çok yaşlı ormanlar bunlar, 30 metrenin üstüne çıkan Baobab ağaçları var (bu ağacın adını duyduğunda “şeker portakalı”nı okumuş olan arkadaşlarım gülümseyecekler :) Veya eskiden sarmaşık olup, sarıp sıkıştırarak içinde erittiği ağacın tepesinde ikinci katı yükselen bitkiler var. Bazı ağaçlar o kadar yaşlı ki, köklerinin toprağın yüzeyinde kalan kısmı bile ikinci bir ağaç kadar.

Kelebeklerle vedalaşmak zor da olsa, çektiğimiz fotoğraflardan tatmin olmuş şekilde arabamıza döndük. İkinci durak, geleneksel bir Asante evi. Önce pek ciddiye almadım ama UNESCO koruma altına almış burayı. Hem geleneği iyi yansıttığından, hem de inanç sisteminin kuvvetle temelini oluşturduğundan. Bakınız anlatayım;

















Ortada altından bir taht var, Asente halkının (hayata gelecek, gelmiş ve ölmüş) tüm bireylerinin ruhunun özünü oluşturduğuna inanılıyor. Köle ticareti sırasında İngilizlere kafa tutmalarına ve ardından yönetimi tamamen kaybedecekleri “altın taht savaşı”na sebep olacak kadar önemli. Savaş sonrasında yenilseler de tahtı saklamayı bir şekilde başarmışlar.  
Tahtı kurtararak saklayan kişi “kraliçe ana” bu evde yaşamış. Tahtın ruhunun hala bu evde bulunduğuna inanıyorlar. (Esasında Asente’nin tüm bölgeleri bir kadın bir erkek tarafından yönetiliyor, kadın yöneticiye verdikleri genel isim Kraliçe Ana.)





Gana’da, tıpkı bu ev gibi, içinde bir ruh barındırdığına inanılan -bir tür türbe- binalarda birer “geleneksel din adamı” bulunuyor; ismi fetiş rahip. Bu din görevlisinin tek amacı, içerdeki ruhun rahat etmesini sağlamak. Gelen misafirlerin uygun şekilde ziyaretini kontrol ediyor, usulünce ritüeller uyguluyor. Misafirler bu kişiye, sürekli verilen ruhani hizmet karşılığında bağışta (para, hayvan, içki vs cinsinden) bulunmak zorunda. 
Fetiş rahibin fotoğraflarını -bu mülayim adamın neresi fetiş diyeceksiniz biliyorum!- facebook'tan görebilirsiniz, çabaladım ama buraya koyamadım :)

***




P.S. Bu arada güzel haber var; Dommie Cuma akşamı arayarak sunduğum projenin bir kısmına onay çıktığını söyledi, pazartesi çalışmaya başlıyoruz :)
P.S. Facebook sayfasına bolca fotoğraf yükledim, “like” edip devamlı takip etmek isterseniz;


Sevgiler,


28 Ekim 2011 Cuma

ULUS PAZARINDA "BİBİNİ" DİYE BAĞIRIRLAR MI?

-          Annecim, bombayı dinle, ben galiba iş için İstanbul’a geleceğim!
-          Nasıl, nasıl yani, sen açsana şu Skype’yi…?

Şaka gibi değil mi :)
 Küçük işletmeleri gezmiştim ya hani geçen haftalarda… Farklı büyüklüklerdeki işletmelerle toplantılar yapıyor, bu işletmelerin her biri için ülkenin genel durumunu çözmeye çalışıyordum. “Küçük çaplı endüstri” adı altında çalışan derneğin yöneticisi başından beri çok sıcak yaklaştı bana, nasıl ağırlayacağını bilemedi, pek şansı olmadığını bildiği halde beni “gönüllü çalışan” olarak kendi grubuna ısrarla istedi, derneğe bağlı işletmeleri görmem için bir ziyaretler serisine davet etti (berber, kuaför, ayakkabıcı, marangoz vs…), dolayısıyla bolca zaman geçirdik birlikte.
Ziyaretler sırasında işe yarayabileceğini düşündüğüm birkaç ufak fikir atmıştım ortaya. Bu bahsettiğin modeller Türkiye’de var mıdır diye sordular, evet, dedim. Şimdi toplu bir ziyaret düzenleyerek Türkiye’den öğreneceklerini yerinde görmeye niyetleniyorlarmış. Tony diyor ki, sen organize edersin, hep birlikte gideriz… Gideriz! :)
Gerçi ortamdaki, yavaşlık imandan gelir’vâri yaklaşımı düşününce en erken önümüzdeki Mart’ta gerçekleşir diye tahmin yürütüyorum ama hayali bile çok zevkli! Ben ve 5 kişilik Gana’lı işletme sahibi ekibim, İstanbul’da Ulus Pazarı geziyoruz! Pazardaki tezgâhtarlara arkamızdan “bibini – siyah adam” diye seslenmeyi öğretirim artık :)
***
Geçtiğimiz hafta önce Dommie'nin Akra’da, ardından Afua'nın Kumasi’de sıtma olması ile birlikte MDC olarak fazlaca sakin bir hafta geçirdik.
Onlara geçmiş olsun tabi ama içimde büyümekte olan, “yeter artık kimseyle tanışmak istemiyorum, iş yapmak istiyorum” çığlığımı proje ortaklarına bildirmeyi uygun buldum. Cevap mı…
“Üzgünüm, burası Afrika, 2 hafta daha bekleyelim”  
***
Efendim, bu sıtma 1 haftada hastane bakımıyla iyileşiyormuş ama düzeldiğinde öyle hemen ayağa kaldırmıyormuş adamı… İlaçlar kişiyi çok bitkin düşürdüğünden, iyileştikten sonra enerjin pek düşük oluyormuş… Bu cümlenin meali şu ki, iyileşip geldiler ama daha öğlen olmadan yorgun düşüp eve dönesileri geliyor…
***
-          Dommie, sen şimdi bu derneklerin projelerinden birini seçmemi bekliyorsun ya. Ben   seçmedim.
-          Eee?
-          Ben kendi projemi öneriyorum.
-          EEEE?
-          MDC toplantısında bu şehrin kendine ait bir pazarlama planı olması gerektiğinden söz edildi, ortada madem böyle bir ihtiyaç var, bunu bir iş planına dönüştürelim, belediyeye götürelim, yanımıza stratejik ortaklar bulalım.
-          Kim gibi?
-          Büyük sanayi işletmeleri derneği gibi. Batı Afrika’nın başkanı Nana’yla tanıştırdın beni, o aynı zamanda parlamento üyesi değil mi? Aşanti bölgesinin başkanı olan diğer Nana da kabile şefi değil mi?

İlk defa powerpoint sunumu üzerinden anlatılan bir fikri dinlemekte olan Tony, bu işten etkilenmişe benziyordu. Esasında, yapılması planlanmış olan bir projenin ete kemiğe bürünmesi, bir zaman planına oturtulması ilgisini çekti ve bize politik anlamda destek olacak bir, Kumasi şehrine özel “şehir yatırım tanıtım merkezi”ne ihtiyaç duyduğumuzu, bunun önemini anlatan, bakanlığa yapılacak bir sunum hazırlamasına yardım edip edemeyeceğimi sordu. Tabii ki evet!
Hala Afua'dan ses yok, ortada bana verilmiş/kabul edilmiş bir proje de yok ama biz şimdilik benim ana plan üzerinde çalışmaya başladık. 2,5 senelik bir akış planı hazırladım kabaca, eğer kabul edilirse, MDC olarak bizim yaptığımız iş planını dağıtacak, politik ortaklarımızın desteği ile birkaç koldan ilerleyeceğiz. Düşündüğüm şekliyle gittiği takdirde ben iş planını çıkarıp, ana pazarlama kampanyasını kuracağım, ilk/geniş hedef kitleye yapılacak ilk sunumları hazırladığım noktada buradaki 6 ayımı tamamlayıp döneceğim.  Gerisini buradakiler ve benden sonraki gönüllü sürdürecek. Ana hedef, 2013’te Helsinki’de gerçekleşecek olan “MDC Yatırım Toplantısı”. MDC, Afrika’ya yatırım yapmaya sıcak bakan yatırımcılara Helsinki’de ev sahipliği yapacak, ülkelerde bulunan yatırım projelerine ait tanıtım sunumları yapacak. Kumasi olarak oraya hazır olmak istiyoruz. En azından ben öyle düşünüyorum.
Afua bu kadar kapsamlı / iddialı bir projeye girmeyi istemeyebilir diye düşündüm, sonuçta bu taşın altına elini soktuğu anda herkesin performansında yer edecek ve ciddi/ disiplinli bir çalışmaya girilecek. İstemediği takdirde, daha küçük çaplı 2 proje daha önerdim. Onlar 6 ay içinde tamamlanabilecek, başarı şansı daha yüksek projeler. Allah aşkına şu işim netleşsin de ne karar verirse versin diyorum bu günlerde.
Bu sefer çok yaklaştım gibi. Önümüzdeki hafta bir ofisim, bir projem ve önemli işlerim olacak. (Bu kısımda, evrene hep birlikte pozitif enerji gönderiyoruz :)
***
Kıyamet gibi yağmur yağıyor hala her gün. Artık kesilmiş olması bekleniyordu ama aksine, bu günlerde biraz daha şimşekli, biraz daha kasvetli yağdı geceleri. Ya şehit haberlerinden, ya depremden, ya da bana öyle geldiğinden. Hepimizin başı sağ olsun.


http://www.facebook.com/pages/Anne-ben-afrikaya-ta%C5%9F%C4%B1n%C4%B1yorum/199743423431912
Sevgiler,

21 Ekim 2011 Cuma

OBRONİ, BİBİNİ VE SITMA

Dommie sıtma oldu!


Bir “obroni” sıtma olsaydı, helikopterler gelip 2 gün içinde ülkesine götürecekti, çünkü hızla ölüme gidebilirdi. Ama Tony bir “bibini” (beyaz adam’ın tersi = siyah adam) olduğu için ölmedi. Sadece hastanede gözetim altında tutuluyor, hastalığı,  ağır bir grip geçiriyormuş gibi yaşıyor.
***
Şaşırtıcı ölçüde kısa süreler içinde yoğunlaşıp, hızlanan, bir o kadar çok yağan görülesi bir yağmur yağıyor her gün. Uzun uzun şimşek çakıyor.. Öyle uzun ki ortalık “bir anlığına” değil, çevredeki detayları seçebileceğiniz kadar uzun aydınlanıyor. “Yağmurun sesini seven” ya da sevdiğimizi iddia eden bizlere, kararımızı tekrar değerlendirtircesine bir ses… Ve sel gelmiyor.
Sel gelmiyor çünkü yol kenarlarında sağlı sollu uzanan kanallar var, üstü tamamen açık su kanalları bunlar, şehir boyunca her yere doğru ilerliyor, sokak bitimlerinde birbirine bağlanıyor. Akıllıca buluyor insan ilk anda. Bu kadar çok yağmur yağıyorken, açıkça alt yapı problemi bulunan bir şehrin bulabildiği basit ve akıllıca çözüm… Kanallara her gün yağmur doluyor, akıp giden kısmı gidiyor, bir kısmı da geride kalıyor. O kalan bir miktar suyun içinde yosun tutuyor, hayat başlıyor. Sonra kanalların içine kurbağalar yumurtluyor, çoğalıyor. Sonra kanalların tabanında çimen büyümeye başlıyor, çimenlerin arasına kertenkeleler yerleşiyor.. Tüm bu kanaliçiekosistem düzeni var gücüyle sivrisinek üretmeye başlıyor. Sonra o sivrisinekler sıtma taşıyor. Ve Dommie enfekte oluyor.
Sıtma her zaman bizim algıladığımız anlamda kuvvetli / hızla öldüren bir hastalık olmayabiliyor, şiddet seviyeleri var. Bebekliğinden beri hafif şiddette sıtma geçiren bibini çocuklar (bu sıfatı sevdim. İçinde hiç yargı yok, aşağılama/aşağılamazmış gibi yapma/ aşağılamama ama aşağılarmış gibi algılanmaktan korkup yapmacık olma yok, neyse o. Obroni veya bibini. O kadar) zaman içinde antikor geliştiriyorlar. İleri yaşlarda çok şiddetli bile geçirseler, hastanede bakım altına alınıyorlar, birkaç günde geçiyor.
***
Dommie'ye geçmiş olsun tabii ama onun 1 haftalık yokluğu, benim bu hafta netleşmiş olması beklenen işlerimi biraz daha erteledi. Onun yerine bana verdiği listedeki tanışma eylemlerimi gerçekleştirmeye devam ettim. Sakin bir hafta… Sinirlenmek, sabırsızlanmak veya birilerini tehtid etmek işe yaramıyor. Burası Afrika, işler kendi takvim ve zamanına uyuyor, müdahale edemiyorsun.
İstanbul’dan Akra’ya uçarken tanıştığım bir Türk mühendis vardı, kendisi bir süredir Nijerya’da çalışıyordu ve yol boyunca bana Afrika’ya dair birçok şey anlatmıştı. Geçen gün mail yoluyla şikayetleniyordum kendisine.. İşlerin nasıl da “ilerlemediğine” dair, şu kadar süre içinde şunlar şunlar olmazsa neler yapacağıma dair.. Gelen cevap ironik;
“… 3’üncü Dünya savaşını Gana’da çıkarsan bile yine de değiştiremezsin bunları.”
Sanırım Afrika’nın bana öğreteceği şey bu olacak… Var olanı kabullenmek. Tarzımı bulamadım tabii henüz, öylece kabullenecek halim yok :)))
***
Bunlarla beraber bir de taksi şoförüm var artık, arabasının döşemeleri tek parça, kapılar içerden açılabiliyor (genellikle kapı açma kolları kırık olduğu için kolumuzu dışarı çıkarmak suretiyle kapıları dış kilitlerden açıyoruz), cam açma kolları sağlam (çoğu cam, ellerle aşağı /yukarı çekilerek – kullanılıyor) üstelik fatura kelimesinin anlamını biliyor. Dolayısıyla beni artık Kasım taşıyor. Kendisini bana “profesyonel” olarak tanıttı, bir zaman burada 6 ay kalan bir Çin’li iş adamını taşımış, fatura işlerini de oradan öğrenmiş. Profesyonellik = fatura gibi bir denklem var sanırım kafasında. Tam da bu konudan bahsederken yolda gördüğü bir adamla selamlaştı, ani frenle durdu ve adamın kendisinin çok yakın arkadaşı olduğunu, “azıcık ileriye kadar” taşımamızda bir sakınca olup olmayacağını sordu, ben daha “hayır” diyemeden adamı bindirdi arabaya! Yeni şoförümle birlikte kendisini 5 km kadar taşıdık! :)
-          Kasım şimdi sen ben seni aradığımda gelecektin ya..?


-          Evet, geldim ya işte
-          Yok Kasım sen gelmedin.. Ben 15 dk bekledim, arada da 3 kere telefonla aradım


-          Oooowwww öyle deme bak sadece 5 dk sürdüüüüü
-          Kasım madem sen de profesyonelsin, seninle bir anlaşma yapalım
-          ? Yapalım!
-          Ben seni aradığımda bana her zaman evet demek zorunda değilsin. Eğer yakındaysan evet diyeceksin. Ben de bundan sonra seni aradıktan sonra sadece 5 dk bekleyeceğim, gelmemişsen başka taksiye bineceğim. Anlaştık mı?

-   Şimdi tek sorunum şu… Kasım’ı diğer şoförlerden ayır edemiyorum! :) Plakayı ezberlesem iyi olacak…

***
P.S. Bu yazıyı yazarken evde yalnızdım. Yine çok kuvvetli bir sağanak indi, yine elektrikler gitti. Artık normalleşmeye başladı diyeceğim ama… Bizim bu ev çok büyük ya… Camlar da asla kapanmayan cinsten… Cereyandan dolayı kapılar çarpmaya başladı. Korkudan ne yapacağımı şaşırdım, alt kata inip korumalarımıza seslendim, Steffi'yi  bahçede birlikte bekledik :)))))
Sevgiler,

18 Ekim 2011 Salı

ADRENALİN POMPASI: KUMASİ MARKET PLACE!

-          Bir fotoğrafını çekeyim, n’oooooolur bir tanecik, sadece bir tane… Tamam söz başka çekmeyeceğim, hadi hadi hooooop çektim, tamam ben gidiyorum :)

***
VITAL projeme atandığım gün, adını daha önce hiç duymadığım, şimdi ise yaşamakta  olduğum bu şehrin adını youtube.com’a yazmıştım. Web sitesinin bana verdiği sonuç, onlarca –şok edici- Kumasi market place (Kumasi pazarı) videosundan oluşuyordu. Bu yüzden, geçtiğimiz hafta kızlarla birlikte yaptığımız “çarşıya mı gitsek”  diyalogunun heyecan verici olabileceğini tahmin edebiliyordum ama bu kadarını… Pek hayal edememişim diyelim!
Cumartesi sabahı şoförümüz Ahmad'ın rehberliğinde pazarın bir noktasından içeri girdik.


Öncelikle, pazarın büyüklüğü hakkında bir ufak fikir vermek isterim. Burası, Batı Afrika’nın tüm sebze, meyve, balık, et, kuru bakliyat, giyim, ayakkabı, aksesuar, kumaş ve daha kim bilir nelerinin karşılandığı, bölgenin en büyük pazar yeri. Hacimsel büyüklüğünü kestirmek zor, içeride binlerce satıcı (abartmıyorum, gerçekten binlerce satıcı var!), konularına göre ayrılmış farklı bölmelerde,  yere serilen bezler veya tahta tezgâhlar üzerinde sergiledikleri “mal”larını satmaya çalışıyorlar. Dev bir arazi, belki 5 x kapalı çarşı büyüklüğünde… İçeride gezerken (koşarken, sürüklenirken veya kalabalıkla birlikte akarken de denebilir) iri bir insanın ancak geçebileceği koridorlardan geçiyor, merdivenler iniyor, merdivenler çıkıyor, pazarın derinlerine iniyor gibi hissediyorsun. Merdivenlerin sebebi kot farkı, aslında yüksekten bakıldığında dümdüz bir arazide yayılmış binlerce yarım-çatı görüyorsun.
Ahmad önde biz arkada, ip gibi dizilmiş (yan yana yürümek mümkün değil) kalabalığa adapte olmaya çalışarak pazarın bir tarafından yürümeye başladık. İlk girdiğimiz bölüm, tamamen açıktaydı, sebze, kuru bakliyat ve ne işe yaradığını bilmediğim bir takım başka–ağaçtan toplanmış- yemiş çeşidinden oluşuyordu. Ortalıkta kağnı misali sergi arabaları ve onları çeken hayvanlar vardı. (Bu arada hayvan demişken, söylemeden geçemeyeceğim, tabii ki her yerde ve her zaman olduğu gibi sahipsiz keçiler bizle birlikte geziyordu).
Ortamda binlerce kişinin çift yönlü hareketine kendimizi kaptırmakla birlikte, bizim dışımızda herkesin kafasında bir şeyler taşıdığı, sırtına çocuk bağladığı, bir taraftan elinden tuttuğu diğer çocuğa sahip çıktığı, o arada da birilerine laf yetiştirdiği bu ortamda kendimizi korumak adına sonsuz bir adrenalin pompalamaktaydık.
Herkes yerli, herkes “obroni”ye meraklı. Bazısı “gel, fotoğrafımı çek” diye poz veriyor, bazısı “no photo, no photo” diye kafasını çeviriyor. Kafalarda bir yerlere oturtulmuş beyaz kadınlar olarak gördüğümüz –fotoğrafa ilişkin tepkiler dışında- ilgiden memnun, HERKES’le konuşmaya çalıştığımız için ara ara birbirimizi kayıp da etsek, Ahmad gelip bizi buluyor, “Daha çok var, takılmayın burada” diyor.

***

Pazarın ikinci bölümü, hiç bilmediğim okyanus balıklarının, taze –olduğu iddia edilen- ve kurutulmuş formlarından oluşan deniz mahsulleri alanı. Kesif bir balık kokusu. (Kuruturken ne yapıyorlar bilmiyorum ama insanın burnundan girip, beyninin tüm hücrelerine yayılan cinsten, keskin, -belki- ekşi.
Koku duyum kuvvetlidir benim. Çevremdekilerin duymadığı kokuları alır, bir kere aldığım kokuyu nerede ne zaman aldığımı hatırlarım. Böyle bir keskin balık kokusu… Sanırım benim için unutulmaz olacak.
Balık ve denizden çıkan diğer şeyler konusunda ilgisi olanlar vardır eminim, bu konuda ne yazık ki faydalı olamayacağım, enteresan görünen çok şey vardı ama o koku beni öylesine kitledi ki kalabalığı yararak uzaklaşma ihtiyacı hissettim. Bu yüzden fotoğraf da yok :)
***
Daha çok zaman geçirmiş olmayı dileyeceğim diğer bir yer de, et bölümü. Tamamı kadın satıcılardan oluşan balık “reyonu”ndan sonra, kapı sayılabilecek bir geçitten geçerek, tamamı erkek kasaplardan oluşan et reyonuna  ilk adımımızı attık.




-          Ahmad, bu ne?
-          Kıkırdak Esra. Daha önce yemedin mi?
-          Anlaım kıkırdak da, hayvanın neresinden?
-          Kafasından.
-          ???

***
-          Ahmad, bu ne?
-          Domuz bacağı.
-          Niye kırmızı?
-          İşte, öyle yapıyorlar burada.

***
-          Ahmad, ben şunu fufu’nun içinde yedim geçende. Bu ne?
-          Keçi bacağı
-          ???

***
Sakatat yediğimi ve sevdiğimi zanneden bana haddimi bildiren bu deneyimin detayına girmeden önce bu bölümün görüntüsünü paylaşayım istiyorum. Öncelikle, içeriye girildiğinde, ortalıktaki etin ve yerde birikmekte olan kan damlalarının şoku ile kendinize gelmeniz biraz zaman alıyor. Sonra çevrenizi incelemeye başlıyorsunuz. 3-4 metre eninde bir yolun iki tarafında yerden yüksekçe panellerin üzerine yerleştirilmiş kasap masaları uzanıyor. Sağlı sollu yan yana dizili bu masaların her birinde eli satırlı bir kasap amca, neşe ile önündekileri kesip biçiyor, bir taraftan da bize  –pazardaki herkes gibi- “nerden geliyorsunuz?” sorusunu yöneltiyor.
Her taraf yığın yığın günlük taze kırmızı et. Bu etler taze ve yüksek sirkülasyonla satıldığı için koku yok, rahatım. Ara ara sineklerden rahatsız oluyorum ama kovalıyorsun gidiyorlar. Etleri çok pişirme kültürünün heryerdeki  sinek böcek ve hastalıkla ilgisi olabilir mi diye düşünüyorum. Sonra karşıma aniden çıkan tamamı simsiyah renkteki hayvan bacakları sergisiyle neye uğradığımı şaşırıyorum. Ne olduklarını soruyorum, kesinlikle anlamıyorum.
Bu bölümde fotoğrafını çekmek istediğim bir kasap, beni tezgahın arkasına davet etti. İki basamak merdivenden tırmandım, yanına yerleştim. Ahmad fotoğrafımızı çekerken, içimden “ellerin etli, n’olur dokunma bluzuma n’olur dokunma” diye yalvarmaktaydım ki, kendisi bana sıkıca sarıldı!

Hangi hayvanların nerelerinden çıkarılan organ ve parçalardı onlar bilemiyorum. Daha kalırdım öğrenmek için ama, ortamdaki kan ve et yoğunluğundan midesi ağzına kadar gelen gönüllü arkadaşlardan biri koşar adımlarla uzaklaşmıştı bölümden. Kopmamak adına ilerledik.
***
İçeriye gireli iki saatten fazla zaman geçmiş, çatı aralarından gelen güneşten içimiz çekilmeye başlamış, yorulup dinlenmeye niyetleniyoruz. Ahmad diyor ki, Hadi, daha yolumuz var.

Bu sefer bir dikim atölyeleri bölümündeyiz. Benim bungalov dükkanlar gibi –içinde girildiğinde derinliği fark edilen cinsten- onlarcası yan yana dizili–genişçe odalar. Her birinin içinde 10’ar dikiş makinesi, erkek ve kadınlar hep birlikte dikiş dikiyorlar. Dikiş makinesi çalışırken ritmik bir şekilde sağa sola sallanır. Yan yana oda dükkanlarda yüzlerce insanın, dikiş iğnesinin kumaşa batıp-çıkma sesi eşliğinde ritmik şekilde sallandığını hayal edin! Masaların üstünde oturan çocuklar da kafanızdaki görüntüyü tamamlasın :)
***





Vücutlarımızdaki adrenalinin çekilmesi ve güneşin bulutlardan tamamen kurtulmasıyla birlikte, bir noktada ayaklarımın yerden kesildiğini, kalabalıkla birlikte –onun istediği yönde- sürüklendiğimi hissettim. Kumaşçılar, düğmeciler, tokacılar, lastikçiler, nalbantlar, lastik ayakkabı ustaları geçtik. Pazarın dışına çıktığımızı sandığım bir noktada, meyveciler, Hz İsa baskılı “her şey” satıcıları (bu olayı daha sonra anlatacağım, koyu bir Hıristiyanlık olduğundan her yerde İsa’ya ve dinlerine dair yüzlerce şey var) eski tarz kasetçiler, sokak yemekçileri yeniden başladı. “Yorulduk Ahmad, kurtar bizi buradan” noktasına geldiğimizde, pazarı –enine- keserek geçtiğimizi, dolayısıyla pazarın yalnızca bir bölümünü gezebildiğimizi anladım.
Heyecan verici bir deneyim, binlerce insanın birbirine karışmış ve yoğunluğu elle tutulacak gibi hissedilen enerjisi, her taraftaki –bir şekilde çok sakin- çocuklar, eline geçirdiği her nesneyi vurmalı bir çalgıya dönüştürüveren bu halkın Pazar yerinde “ses olsun” misali tuttuğu ritim… Enfesti diyebilirim.

***
Bu arada ben bu yazıyı yazarken, ani ve çok kuvvetli bir yağmur başladı, paralelinde elektrikler gitti, yağmur daha da hızlandı… Sonuç olarak, bu yazıyı, gökten –aniden suya dönüşüp- yere dökülen bulutlar eşliğinde (bu kadar kuvvetli bir yağmur nasıl ifade edilir bilemiyorum) karanlıkta yazmış bulunuyorum :)  
P.S. Kalabalık nedeniyle Nikon'u götüremedim ama küçük makinayla çektiklerimi yine facebook sayfasına yükleyeceğim. "Like" edip, sayfaya yüklenenlerden haberdar almak isteyenler için:

Sevgiler,

14 Ekim 2011 Cuma

"BURASI GANA, ÖNCE YAVAŞ OLACAKSIN..."

Bu memlekette her şey kafalarda, bebekler de sırtlarda taşınıyor. Uzaktan çok ergonomik görünmekle birlikte, çocukluktan alışmaya bağlı sanırım.


Geçen gün, aracın içinde oradan oraya sürüklenmekte olduğum bir anda, iki kız çocuğu gördüm. 7 -8 yaşlarında ancak varlardı, üstlerinde turuncu- kahve okul formları, kafalarında -rahat 10 kg ağırlığında- kovalar, belli ki eve su taşıyorlardı. Acemi oldukları için mi yoksa zevklerinden mi bilmem, o suyu başlarından aşağı taşıra taşıra sırılsıklam olmuşlar, eteklerinden damlayan sulara rağmen pek neşeliydiler.
Onları seyrederken çocukluğum boyunca altına girdiğim belediye fıskiyelerini hatırladım. Eve gelince annemin gözleri büyürdü her seferinde, n’oldu sana diye! :)
Henüz küçük oldukları için vücudun ergonomisine uymuyor sanırım, daha dengesiz oluyor kafada taşınanlar, minikler kollarını yukarı doğru uzatıp, yükü iki tarafından tutma ihtiyacı hissediyorlar. Bu süreçte yine de bir şeyler taşıyor olmalarının sebebinin, öğrenmek olduğunu tahmin ediyorum. Azıcık büyüdüklerinde ise, kafa ile yük arasına, yükün dengesini sağlamak üzere ortamı düzleştiren bir katman koyuyorlar. Daire şeklinde biçilmiş bir kumaşın içini kumla doldurup kafanıza koyduğunuzu düşünün, kafanın yuvarlağına göre şekil alıyor, üst kısım düz oluyor, böylece beden sarsılsa dahi, yük sabit kalıyor.
O kafalarda günlük olarak bütün Kumasi’nin bütün sebze- meyvesi, balığı, ekmeği, suyu, çalı çırpısı (sürekli çöp yakılıyor da burada), oradan oraya taşınıyor. Ellerden tutarak yürüyen çocuklarla birlikte..
***
Bir de bebekler var. Burada daha bir çocuğun ağladığını görmedim. Bebekleri annenin beline oturtup, sadece kafa ve omuzlar dışarıda kalacak şekilde annenin üst bedeni ile birlikte kundaklıyorlar. Çocuğun poposu hafif dışarıya doğru kayıyor, kundağın içinde koltukta oturur gibi rahat ediyor. Kumaş birkaç farklı yerden bağlandığı için gayet sağlam, düşme ihtimali pek yok gibi.
Dolayısıyla eller her zaman boşta :) Bu şu demek, temizlikçimiz sırtında bebeğiyle ortalık süpürüyor, banyo filan ovuyor (evet, Türk gibi banyo ovmayı öğrendi kendisi!); sokaktaki meyve satıcımız sırtında bebeğiyle ananas kesiyor, hatta kendi de hala çocuk olan köylerdeki küçük anneler sırtlarındaki bebekleriyle koşarak oyun oynuyor. Ve bu bebekler asla ağlamıyor. Belki anneyle sürekli temas halinde olmakla ilgili bir şey vardır, bebekler hep çok keyifli !
Neden göğsünde değil de sırtında taşıyor sorusu geliyor insanın aklına… Ergonomik değil galiba. Kadının derdi çocuğuna sarılmak değil sonuçta, işini yaparken çocuğu yakınında tutmak istiyor. Sırtta taşınan bebek, kadının çalışmasını engellemiyor.
***
Bugünün iş programında yine esnaf gezisi var, umuyorum ki güzel fotoğraflar çekeceğim, o arada birkaç yük taşıma ve bebeğibelebağlama fotoğrafı yakalarsam akşama ekleyeceğim blog’a.
***
Senin projen endüstri köyü değil miydi, niye hala esnaf geziyorsun sorusu gelebilir aklınıza :)
Efendim, lobi yapıyorum.
MDC Amerika’dan gelenlerin son gün toplantısına katıldığımda, geçtiğimiz hafta yaptığım araştırmaların, kafamda beliren proje ve çalışmaların, doğru bir yolda olduğunu fakat daha sonra Asunko tarafından saldırıya uğradığını fark ettim.
Verimli diyemem ama (Gana’lılar sözü ele alınca çok konuşmayı seviyorlar, 2 saatlik toplantılar 5 saatte tamamlanıyor) benim için büyük resmi tamamlayan, profesyonel düzeyde cevap almaya ihtiyaç duyacağım sorularımı kime yönelteceğimi gösteren iyi bir toplantı oldu. “Yatırım” kanalının en önemli kararı şu ki, Kumasi’yi umut vadeden bir yatırım kenti olarak pazarlanacak bir marka haline getirmek. (Ben biliyorsunuz bu fikirle çalışmaya başlamış, ajansımı bile aramıştım :)
Açıkçası bu işin üstüne atladım. (Türkiye’deki ajansım gönüllü vakit ve bütçe ayıramadı ne yazık ki ama birkaç deneme daha yaptıktan sonra Türkiye’deki ajanslar tarafından sonuç alamazsam Kumasi üniversitesinde grafik tasarım okuyan bir öğrenciyi bu işin içine almayı deneyeceğim.) İşin üstüne atladım da, bakalım bana verecekler mi. Önce Asunko'yu aradan çıkartmam lazım.
Savım şu, endüstri köyü projesi kesinlikle katkıda bulunabileceğim, heyecan verici bir proje. Ortada bir aksiyon planı var ve zaman çizelgesine bakılırsa Aralık’ta köyün tasarımı, tapu kadastro işlemleri ve arazinin köye –devlet tarafından- resmi olarak veriliş işlemleri tamamlanacak. Gana’da işlerin ağır ilerlediğini hesaba katarak, en iyi ihtimalle Şubat’ta tamamlandığını düşünüyorum. Bu işlemler tamamlanmadan yatırımcıya somut bir şey sunulamayacağı göz önünde tutularak, Nisan’da geri dönecek bir gönüllüyü bu projeye bağlamak müsriflik olmaz mı? Benden sonra gelen gönüllünün kesinlikle daha çok katkısı olacaktır. Öte yandan, benim işim pazarlama. Belki de şehir yatırım tanıtım ajansı ile birlikte çalışıp, farklı endüstriyel alanların doğrudan Türkiye’ye pazarlanmasını sağlarsam daha çok katkım olacaktır…
İşte bu şekilde, başta Dommie olmak üzere MDC'nin buradaki danışmanlarına ve Amerika’dan gelenlere, yukarıda bahsettiğim uzun paragrafın farklı parçalarını anlattım. Bir tek Afua ile konuşamadım (toplantı sahibi olduğu için işi başından aşkındı, sadece ara ara karşılıklı gülümsedik birbirimize). Eğer Asunko'ya benim adıma söz vermemiş ise (ki Dommie öyle olduğunu söylüyor) işler kolay çözülür… Vermişse sözünden dönmesi gerekecek… Bir şekilde burada geçireceğim 6 ayı gerçekten bir çivi çakarak geçirmek istiyorum. Asunko'ya zaman planlama terbiyesi vermeye çalışarak heba olmak ve hiçbir şey yapmaya fırsat bulamamış şekilde geri dönmek istemiyorum…
***
Dommie bugün MDC'den gelenlerden birisini Akra’ya götürüyor, Afua da toplantı sonrası yorgun, dinleniyor. Ben birazdan çıkıp, geçen gün yaptığımız esnaf gezisinin kalan kısmını tamamlayacağım. Benim proje netleştirme işin haftaya kaldı… Dommie'ye vakit kaybediyoruz diyorum, dur daha herkesle tanışmadın diye cevap alıyorum…
Burası Gana, yaşamak için önce ağır olmayı öğrenmek gerekiyor…


Sevgiler,

12 Ekim 2011 Çarşamba

SAKİN ESRA, SAKİN...

“Sakin Esra sakin… Onlar böyleler… Biraz ağırkanlılar bunu değiştiremezsin… Sakin.. Kimseyle sürtüşmenin vakti değil…”

***
Pazartesi sabahı şehir yatırım tanıtım ofisinde bir toplantım vardı, gayet keyifli gittim. Açıkçası -hiç umudumun olmadığı- kurulu bir Gana tanıtım stratejisi varmış, duymaktan çok mutlu oldum. Bu stratejiye paralel projeler var ellerinde, her biri için iş planı çıkartmışlar. Bana sorarsanız anlattıkları arasında özellikle bir proje, akıllıca tasarlanmış, başarı ihtimali çok yüksek görünüyordu. Tek tereddütüm şu oldu, bunları bana anlatan kişi hedef edinilmesi gereken başarı oranı rakamlarını aktarıyor gibi geldi bana, gerçek olamayacak kadar iyi idiler. Kafamda soru işaretleri, sırt çantama yüklediğim Gana ve Kumasi tanıtım broşürleri ile kitapçıklarını alıp yola çıkmıştım ki Dommie'den telefon geldi. Afua beni MDC Amerika’dan gelenlerle yapılacak resmi toplantı öncesi “kendi aramızdaki” iç toplantıya çağırıyormuş. Planımda yoktu ama, mutlu oldum, gittim.
Meğer Afua beni (yollar çok bozuk olduğu için bulunduğum yerden gelmem, -5 km yol- 40 dk aldı) sadece isim olarak ayaküstü tanıştırmaya çağırmış, hemen geri göndermeye kalktı. Neyse ki Amerika’dan gelen ekip madem yatırım ekibi için çalışıyormuşum, faydam olabileceğini söyleyip kalmamı istediler. Afua'nın olaya bakışını anlamam açısından faydalı geçen bir saatin ardından (Nedenini anlayamadığım şekilde çok negatif, bu şehre yatırım getirmenin imkansız olduğuna inanıyor, tek çıkar yol MDC'nin buraya doğrudan para vermesiymiş..!?) Dommie beni kenara çağırdı dedi ki, Esra derneklerden birisi çok ısrarla seni görmek istiyor, yarım saat sonra şu binada olacakmış, gidebilir misin? Burada bir toplantıya katılmakta olduğum için tabii ki gidemem ama bunu bana sorduğuna göre gitmemi istiyorsun, itiraz etmeyeceğim.  
Velhasıl gittim. Buradaki makine endüstrisi gelişimi için çalışan bir derneğin genel sekreteriyle buluştum. Önce beni belediye binasında yarım saat bekletti, sonra da telefonla arayıp, şoförünü gönderdiğini, beni kendi bulunduğu yere getirteceğini söyledi. Gittiğimiz yerde –ağır inşaat makinelerinin tamir edildiği dev bir atölye- bir teknisyen ile bu arkadaş telaş içinde doküman ayıklıyorlardı. 15 dk kadar ayakta bekledikten sonra bana, kendisinin saraydan bir evrak alması gerektiğini, burada onu bekleyip bekleyemeyeceğimi sordu. Tabii ki bekleyemeyeceğimi (atölyenin kapısında bir “kepçe” onarılıyordu!) kendisiyle gideceğimi söyledim. Sonuç olarak arabaya bindiğimizde, bana –o gece tamamlanması gereken- hiç duymadığım dev bir projenin sabaha bitmesi gereken bir işini vermek istedi.
Looney Tunes çizgi filmlerde olur ya hani, kedi Tom, sinirlendiğinde ayaklarından başlayarak yukarı doğru hızla kızarır…
-          Sevgili Asunko, bahsettiğin proje gerçekten heyecan verici, seninle bu konuda çalışmak isterim. Bununla beraber, benim hangi projeye verileceğim henüz netleşmedi, kafamda bir takım fikirler var, MDC yönetimi gittiği zaman Afua ile oturup konuşacağız ve önümüzdeki hafta netleştireceğiz. Bunun ardından, eğer senin için çalışmama karar verirsek birlikte keyifle çalışırız. Sabaha yetişmesi gereken işin konusunda da, ben destek olmak isterim ama istersen bu konuyu önce Afua ile konuşalım.

-          Nasıl yani sen bizim dernek için gelmedin mi!? İyi de Afua haftalar önce söz verdi sen bizimle çalışacaksın diye..?

Bu noktada çizgi kedi Tom, artık kulaklarına kadar kızarmıştır ve bedeninin kalıp gibi sırt üstü düşmesi suretiyle bayılır.
Afua'yı aramaya ve durumu netleştirmeye karar verdik; Afua toplantıda olduğu için cevap vermedi. Bu sefer Asunko dedi ki, Esra benim ofisim toplantının yapıldığı otelin az ilerisinde, önce otele uğrayalım, Afua'yı kapıdan görelim, oradan ofise geçeriz. Peki.
Meğer Asunko'nun otele ve ofise gitmeden önce uğraması gereken 3 yer varmış… Beni 40 derece sıcağın altında, her seferinde –bir evrak alıp çıkacağım diyerek- 20şer dakika bekletmesinin ardından çok şükür otele gittiğimizde, -saat 4 oldu bu arada- MDC toplantısı bitmiş, insanlar dağılmıştı. O sırada Afua'yla telefonla ulaşmayı başardık. Asunko Afua'ya twi dilinde bir şeyler söyledi ve Afua telefona beni istedi:
-Esra, bu dernek ilgili projesi için seni çok ısrarla istiyor, bana uygun görünüyor, kabul edersen seni bu projeye verelim.
- Afua, bahsedilen proje gerçekten güzel, ben de çalışmak isterim fakat seninle yaptığımız plana uymak ve bir karar vermeden önce, yaptığım araştırmaları seninle paylaşmak isterim.
- Tamam, bana Asunko'yu verir misin?
Arada ikisi yine twi dilinde bir şeyler konuştular, Afua yine telefona beni istedi.
-Esra, bu ekibin işi çok acilmiş, şimdi 2 gün onlarla çalış sen, MDC toplantısına katılma, biz de Perşembe bir araya gelelim.
***
Beni aslında haftalar önce söz vermiş bu adamlara…
Bir haftadır Gana endüstrisini öğreneceğime bu adamların acil işini yapardım niye son gece apar topar kalitesiz bir iş yapıyorum… Benimle birlikte o kadar dernek yöneticisi bir sürü çaba sarf etti kendi projelerini anlatmak için…
***
Efendim, proje şu, Kumasi’nin 10 km dışında dev bir araziye kurulu bir otomobil sanayi sitesi bulunuyor. Eğer dedikleri doğru ise günlük 1 milyon dolarlık iş hacminin döndüğü, 200.000 çalışan ve 15.000 iş sahibinin bulunduğu önemli bir iş merkezi. Burayı renove etmek, teknolojisini yenilemek ve daha üretken bir formda yurtdışı yatırımına sunmak istiyorlar. Bu işin yönetimini yapan yer ilgili dernek, operasyonun başında da Asunko var. Bu adamı benim hakkımda bu kadar heyecanlandıran şey de, 1. satış/pazarlama tecrübem, 2. otomotiv geçmişim.
Elinde, Perşembe gününe yetişmesi gereken bir aksiyon planı var. Projenin (Suame Magazine Endüstri Köyü Projesi) tüm başlıklar altında (arazinin tapulandırılması ve yeniden tasarımı süreçleri dahil) yapılacaklar listesini -15 sayfa- kendi hazırlamış, benden de yorum bekliyor, ertesi gün 12’ye kadar.
Hiçbir fikrimin olmadığı bir projeye dair yorum yapabilmem için önce proje dokümanlarını ve geçmişini okumam, araştırmam gerekti haliyle, sonra da yorumlarımı yaptım. Saat 12’ye doğru mesaj attım, nerede buluşuyoruz diye.
- Sen en iyisi benim ofisime gel, ben de oraya geçiyorum şimdi.
- Ben senin ofisine gelemem, çünkü taksiye tarif edemem orayı. Otelde buluşalım, oradan geçeriz.

***
Otelde yarım saat bekledikten sonra ne zaman geleceğini sordum, yarım saat sonra dedi. Otel binasının içinde katılmak için can attığım MDC toplantısı, ben dışarıda 2 saat boyunca Asunko bekledim. Sonuç olarak kendi değil, şoförü geldi.
Bir şekilde o ofise gidip benim yorumlarım üzerinde çalışmaya başladığımızda saat 3 olmuştu. (Hatırlatırım, bu iş sabaha yetişecekti.) Yarım saat çalıştık çalışmadık, öğlen yemeği yemeye karar verdi, bir ananas kesildi, onu yemek için dışarı geçtik. Meyve bitti, çok yorulduğunu, çok bunaldığını söyledi, içeriye arkadaşının yanına geçti, biraz muhabbet etti.
Saat bu arada 3.30 oldu, ben yine ayaklarımdan başlayarak yukarı doğru kızarmaya başladım bu arada, dedim ki, ben içerde senin ofisinde bekliyorum. Ofise gittim, içeride bir adam daha bekliyor. Birlikte 10 dk kadar daha bekledik, Asunko geldi. Bana dedi ki, bu adam önemli bir danışman, bizim projeye destek oluyor, 2 haftadır randevu koparmak için peşinde dönüyorum, şimdi çıkıp gelmiş onu bekletemem. (Ben artık kaşınmaya başladım hırsımdan) dedim ki, 10 dk’lık işimiz kaldı, bitirelim, ondan sonra konuşun ne konuşacaksanız. Yok yok yapamazmış, ben 15 dk beklemeliymişim. Toplantıları twi dilinde tam 1 saat sürdü.
Saat 4.30’da (sabah bitmiş olması gereken) işimizin başına tekrar oturduk. Bu arada özür yok, suçluluk veya en ufak sıkıntı yok, yanıma oturup sakince çalışmaya başladı.
-Asunko, istersen toparlayalım, ben 5’te çıkacağım.
Bozuldu gidiyorum diye, o zaman ben toparlarım, zaten dün sana verdikten sonra dokümanı değiştirmiştim ben (!???) onun üstüne şimdi senin yaptıklarını ekleyeyim, sonra sana yollarım. Sen de sabah bakar bana geri yollarsın.

***
Alışabilmeyi umuyorum.
Sanırım sıcakla ilgili bir şey, sadece bu arkadaş değil, hepsi böyleler. Gün geç başlıyor (9.30 gibi) öğle arası yok (acıkmıyorlar, çok acıkan, saat 3 civarında bir meyve yiyor o kadar) 4 gibi de mesai bitiyor.
Planlar artı 2 saat esnekliğe sahip. Resmi katılımlı büyük toplantılar en az 1 saat geç başlıyor. Dikkat ederseniz ben Asunko'nun peşinde –katılmak için can attığım MDC toplantısında olmam gerekirken- 2 gün geçirdim. 2 tam gün boyunca çalıştığım tek zaman gece, evde.
Steffi, bu bekleme saatleri için yanında kitap taşımaya başladığını söylüyor :) 2 haftada 2. kitaba geçmiş!
***
Sempatik yaklaşmam mümkün değil, bu düzensizlikle tabii ki işlerini yetiştiremezler, hiçbir şeye zaman bulamazlar. Sıcak, adamı eziyor farkındayım, günün erken bitmesini ve iştahsızlıktan öğlen yemeğini atlamayı de bir derece anlıyorum ama bu kadar kalitesiz çalışmanın hızlı sonuç getirmeyeceği ortada.
Ama buna sinir olup insanlara kızmam bana yaramayacak, onu da biliyorum.
Bir şekilde çevresinden dolaşmanın bir yolu olmalı…

Sevgiler,