3 Ekim 2011 Pazartesi

BU ORMANDA PHOTOSHOP VAR MI?

Sokak keçileri var :)
Gerçekten.
İrili ufaklı, trafikte, kaldırımda, barın önünde, evin köşesinde… Her yerdeler… Bildiğiniz keçi! Kedi köpek yok, keçi var. Kornadan filan anlıyorlar. Daha ziyade kendilerine doğru hızla gelen ve bas bas bağıran teneke yığınlarından kaçmayı öğrenmişler.
***
Bir de… sokaklar çikolata kokuyor, dark bitter çikolata. Kakao yetiştiriyorlar ya, ondan :)
***
Gözlerimi bir cibinliğe açtığım 2. sabah.
Hızla doğruluyor, cibinliğin kenarlarını dikkatle kontrol ederek  –gece gelen giden olmuş olabilir- aralıyor ve yataktan kalkıyorum. Evet, gecenin hasılatı, odanın öteki ucunda, ters dönmüş ölü bir … (bu da benim sansürüm – kendisinin varlığını kabul etmiş olabilirim ama bununla yüzleşmeye hazır değilim, şimdilik ondan … olarak bahsedeceğiz.) Yüzümü yıkıyor, dişlerimi fırçalıyor, ardından üstümü giyinmek için odama geçiyorum. Giyinmenin ardından gelen günlük bir ritüel var şimdi; önce güneş kremi, üstüne sinek-böcek spreyi, üstüne parfüm. Ve hazırım, bugün göle gidiyoruz!
Kahvaltımı ettikten sonra kızlara, yanıma neler almam gerektiğini soruyorum; liste azıcık uzun:
Güneş kremi, el dezenfektanı, sinek-böcek spreyi, güneş gözlüğü, şapka, büyük boy su, meyve, para. Ayağıma giymeyi uygun bulduğum spor ayakkabıların bozulabileceği gerekçesiyle botlarımı almam öneriliyor. Değiştiriyorum.
***
Açıkçası kızlarla dün akşam oturmuş, ne yapsak diye düşünürken Steffi'den çıktı fikir.  Açıkçası, kabul ettiğimde, ormanın içinde saatlerce yürüyeceğimizi, göl’ün bir mucize olduğunu, hayatımda görmediğim florasan çiçeklerle karşılaşacağımı, göl çevresinde dolaşırken geçeceğimiz köylerde birer “obroni” olarak yüzlerce siyah çocuğun ilgi odağı olacağımızı hiç hayal etmemiştim!
***
Göl, bizim yaşadığımız yer olan Ahodwo’dan arabayla 1 saat mesafede. Gözümüze kestirdiğimiz konforlu (beklentiyi yüksek tutmayalım, hala ön ve arka tamponlar farklı renkte ve döşeme süngerleri önemli oranda bozulduğu için koltukların demir iskeleti görünüyor) bir taksiye bindik, çıktık yola.
Kumasi’nin ortasından geçen ana yol boyunca ilerlemeye başladık. (Dolayısıyla bu araba seyehatinin benim, şehirdeki ilk panaromik yolculuğum olduğunu söyleyebiliriz :) Sağlı sollu dükkanlar var şehir boyunca, ortalama büyüklükteki bir bungalov gibi yapılmış bu dükkan-küçük binaların ön cepheleri ya yok, ya da kapı takılmak suretiyle tamamen açılmış. 1er metre arayla yerleşmiş yüzlerce dükkanda aklınıza gelen her şey yapılıyor/satılıyor. Örnek mi? Bakkal, lastik tamircisi, sokağa taşmış sergisinde dev subwoofer’lar satan müzik mağazası, terzi, güzellik salonu, araba tamircisi, yatak/ yastık içi sünger satıcısı (anlayamadığım bir sünger obsesyonu var memlekette–her yer süngerci!), kumaşçı, internet kafe, telefoncu, bisikletçi… Yüzlerce dükkan.. Yanyana. (Bungalov-dükkanların aralarına ve özellikle arka sıraya, çeşitli büyüklüklerde evler yerleşmiş ve o konuda da enteresan şeyler var  ama şimdilik evleri es geçip dükkanlar konumuza devam edeceğim :)
Yola devam ettikçe dükkanlar ve evler seyreliyor ama asla kesilmiyor. Karadeniz’de vakit geçirmiş olanlar varsa hatırlarlar, yerleşim asla bitmez, ara ara seyrelir, araya dağ girer, su girer, tarla girer, sonra patikada çay toplayan bir teyze görürsünüz, sonra  3 – 5 ev.. ve yeniden yerleşim başlar. Binaların kalitesi filan benzetilecek gibi değil tabii ama fikir aynı. Her yer dükkan, her yer ev. Sadece, şehir merkezinde, dikine kesilmiş kalın ahşaptan oluşan, metalden düzgün kapılara sahip dükkanların yapı malzemesi, yol ilerledikçe; beton, çıplak tuğla, kerpiç, bozuk şekillerde ince tahtaya, ve bir süre sonra tenekeye dönüşüyor.
 Akıllara şu soru gelebilir, “peki sizler nereden alış veriş yapıp ihtiyaç karşılayacaksınız?” :) O kadar dükkan var, boşuna durmuyorlar orada. Buraya yaşamaya geldik ve burada böyle yaşanıyor.
***
 1 saatlik araba içi hoplayıp zıplamadan sonra (ana yoldan gelmiş olabiliriz ama burada yollar çoğu zaman toprak ve deli deşik) taksiden indik. Bu arada şimdi google’dan baktım, göl Kumasi’ye 32 km uzaklıktaymış, bu bilgiyle yolların durumunu tahmin edebilirsiniz :)
Ana yoldan ayrılıp patikayı yürümeye başladığımızda, bulunduğumuz ortam aniden değişti. Dükkan ve evlerin gerisinden bizi sürekli takip etmekte olan uçsuz bucaksız, rengarenk orman, üstümüzdeki göğü kapatıverdi. Artık ormanın içinde, gölgelerin arasında, sonsuz bir nem içinde yürüyorduk. Yerdeki yumuşak toprak, kumla karışık olduğu için ayaklarımızın altında sürekli hareket ediyor ama yaklaşık 2 metre enindeki patikanın bittiği yerden itibaren ormana karışıyordu.
Çevreyi büyülenmiş gözlerle incelemekteydim ki Steffi konuşmaya başladı; “Esra biliyor musun şu muz yapraklarını tuvalet kağıdı olarak kullanıyorlar!” Şimdi bunu yaban bir davranış olarak algılamak mümkün ama o yapraklar gerçekten kuruyup öldükten sonra cidden yumuşak ve ince bir form alıyorlar. Dokundum, biliyorum :) Tek sorun, dokunmak için elime aldığım yaprağın içinde, avcumun içi büyüklüğünde bir örümcekle karşılaşmak oldu!
Sinekler, tanımadığım böcekler, kertenkeleler, çekirgeler, neredeyse kuş büyüklüğünde rengarenk kelebekler ve bin çeşit helikopter böceği… İnsan şaşırtıcı bir hızla alışıyor varlıklarına. Yalnızca, ana patikadan uzaklaşmaya korkuyorsun çünkü ağaçları ve içindeki hayvanları tanımıyorsun. İçeride sürekli bir hareket var; özellikle muz ağaçlarının yaprakları çok büyük ve yere döküle döküle öyle bir yığın halini almış durumda ki, içlerindeki en ufak bir kertenkele kıpırtısı “ormandan gelen ürkütücü  yankı” gibi geliyor.
20 dakikalık yürüyüşümüzün ardından göle ulaştık; yeşilin daha önce görmediğim tonlardaki kadifemsi örtüsü, gökyüzündeki bulutların güneşi tamamen kesmesiyle kurşuni bir renk almış kıpırtısız Bosomtwe gölü… Çevrede fuşya, nar çiçeği kırmızı, parlak sarı renklerde çiçekler… Anlatmak zor.. Fotoğrafı çekilmiş de gösterilmeden önce photoshop’la üstünden geçilmiş gibi. Çok güzel. Çok çok güzel.






Gölün hemen yanıbaşına yapılmış bir dağınık-yerel-bungalovbinalardanoluşan-otel var; ismi “Lake Point Guest House”. Daha 3. günümde, klasik olduğunu anladığım bir Afrika restoran görüntüsü. Kırık mozaiklerle kaplanmış, çok sayıda insanın oturabildiği beton koltuklar, tepede dönen pervaneler, kapı niyetine boncuklardan örülü püskül perdeler, çıplak ayaklı restoran sahibi/garsonlar ve masala sosa bulanmış her türlü yemek. Lezzetli bir mutfakları var, biraz acı sadece.
Yemeğimizi 1 saat sonra pişmek üzere sipariş ettikten sonra göl kenarından ilerleyen 2. patikaya girdik. Bu sefer ormandan değil de azıcık içerdeki köy yolundan ilerlemeye başladık. Köy yolu dediğime bakmayın, “köye giden yol” olarak değil, asla sonu gelmeyen, birbirinin 50 metre ötesinde yeniden başlayan köyler boyunca giden yol anlamında kullanıyorum. Bütün o köyler boyunca peşimizden koşan o onlarca çocuk… bizden ya fotoğraf çekmemizi istediler ya da onlara kalem vermemizi. Hadi fotoğrafı anladım da, kalemi neden istiyorlar..? Kağıtları mı var ki, hatta yazmayı biliyorlar mı acaba.. Tabii ki hayır.. Bu sadece obroni’yle (artık biliyorsunuz; beyaz adam demek) iletişim kurmanın bir yolu. Önceden gelen obroni’ler onlara kalem vermiş, şimdi her gördükleri obroni’den kalem istiyorlar. Fotoğraf da aynı şekilde, önce size yalllllllvarıyorlar ki, fotoğraf çekesiniz diye, sonra da ekrandan kendilerine bakıyorlar. (Bu arada ekrandan kendilerine bakmak büyüleyici bir deneyim, hayatlarında ayna –ve dolayısıyla kendi akislerini sudan başka bir yerde) görmemiş kişilerden bahsediyoruz.
Köylerde dikkatimi çeken bir diğer şey de şu oldu; kadınların üstlerinde rengarenk sütyenler (parlak mavi saten gibi) çocukların üstünde GAP, L’evis t-shirtler.. Aklınıza geleceği üzere modern dünyadan yardım amaçlı gönderilen giyim eşyaları. Yardım kampanyaları hazırlamak, kutular halinde giyim malzemeleri göndermek.. Evet gönüllü işler her zaman değerli ama bir taraftan da bana, romantik- uzak- kendini tatmin etme çabaları gibi gelirdi, yerine ulaşıp ulaşmadığını bile bilemediğin. Bugün gördüğüm “gerçeklik” bana, o kıyafetlerin, o çocukların bedenlerine ulaştığını gösterdi. (Ha, bu “eşya” yardımlarına ihtiyaçları var mı diye sorarsanız, tartışılır bence, bu konuda yorum yapmadan önce burada biraz daha zaman geçirmeyi tercih edeceğim) Köylerde, bu eşyalara verilen isim “dead man’s clothing”miş yani ölü adamın kiyafetleri. Öyle ya, hala giyilebilir durumdaki bunca kıyafet, ölüm dışında bir sebeple başkasına verilmezmiş ki..

***
Eve dönerken bizim sokağın girişine çok yakın bir markete uğradık kızlarla. Müşteri kitlesi olarak obroni’yi hedefleyen ufacık bir market, bizim kullandığımız bin türlü malzemeyi satıyormuş meğer! Hayat o kadar da zor olmayabilir esasında burada; bakkalda havlu peçete var! (Gülmeyin, dün Nathan bana ilkokulda önlüğümüzün cebinde taşıdığımız mendili kullanarak filtre kahve yapmayı öğretti, Ghana’dayız, Lavazza kahve buluyor, üstelik bir makinamız bile olmadan onu hazırlayıp, içebiliyoruz :) İnsan zorda kalınca neler yapıyormuş… 
***
Yarın pazartesi, burada çalışacağım MDC (Millenium Development Cities) projesinin başındaki Ghana’lı Afua ile tanışmak için can atıyorum. Kendisine henüz ulaşamadım, dolayısıyla yarın nereye gideceğimi bilmiyorum. Sabah 9.30’a kadar Afua'yla konuşmayı başaramamış olursam, Steffi'yle beraber onun projesinin olağan sürecinin bir parçası olarak dolaştığı köylerde ona eşlik edeceğim.

Şimdilik hoşçakalın!