18 Ekim 2011 Salı

ADRENALİN POMPASI: KUMASİ MARKET PLACE!

-          Bir fotoğrafını çekeyim, n’oooooolur bir tanecik, sadece bir tane… Tamam söz başka çekmeyeceğim, hadi hadi hooooop çektim, tamam ben gidiyorum :)

***
VITAL projeme atandığım gün, adını daha önce hiç duymadığım, şimdi ise yaşamakta  olduğum bu şehrin adını youtube.com’a yazmıştım. Web sitesinin bana verdiği sonuç, onlarca –şok edici- Kumasi market place (Kumasi pazarı) videosundan oluşuyordu. Bu yüzden, geçtiğimiz hafta kızlarla birlikte yaptığımız “çarşıya mı gitsek”  diyalogunun heyecan verici olabileceğini tahmin edebiliyordum ama bu kadarını… Pek hayal edememişim diyelim!
Cumartesi sabahı şoförümüz Ahmad'ın rehberliğinde pazarın bir noktasından içeri girdik.


Öncelikle, pazarın büyüklüğü hakkında bir ufak fikir vermek isterim. Burası, Batı Afrika’nın tüm sebze, meyve, balık, et, kuru bakliyat, giyim, ayakkabı, aksesuar, kumaş ve daha kim bilir nelerinin karşılandığı, bölgenin en büyük pazar yeri. Hacimsel büyüklüğünü kestirmek zor, içeride binlerce satıcı (abartmıyorum, gerçekten binlerce satıcı var!), konularına göre ayrılmış farklı bölmelerde,  yere serilen bezler veya tahta tezgâhlar üzerinde sergiledikleri “mal”larını satmaya çalışıyorlar. Dev bir arazi, belki 5 x kapalı çarşı büyüklüğünde… İçeride gezerken (koşarken, sürüklenirken veya kalabalıkla birlikte akarken de denebilir) iri bir insanın ancak geçebileceği koridorlardan geçiyor, merdivenler iniyor, merdivenler çıkıyor, pazarın derinlerine iniyor gibi hissediyorsun. Merdivenlerin sebebi kot farkı, aslında yüksekten bakıldığında dümdüz bir arazide yayılmış binlerce yarım-çatı görüyorsun.
Ahmad önde biz arkada, ip gibi dizilmiş (yan yana yürümek mümkün değil) kalabalığa adapte olmaya çalışarak pazarın bir tarafından yürümeye başladık. İlk girdiğimiz bölüm, tamamen açıktaydı, sebze, kuru bakliyat ve ne işe yaradığını bilmediğim bir takım başka–ağaçtan toplanmış- yemiş çeşidinden oluşuyordu. Ortalıkta kağnı misali sergi arabaları ve onları çeken hayvanlar vardı. (Bu arada hayvan demişken, söylemeden geçemeyeceğim, tabii ki her yerde ve her zaman olduğu gibi sahipsiz keçiler bizle birlikte geziyordu).
Ortamda binlerce kişinin çift yönlü hareketine kendimizi kaptırmakla birlikte, bizim dışımızda herkesin kafasında bir şeyler taşıdığı, sırtına çocuk bağladığı, bir taraftan elinden tuttuğu diğer çocuğa sahip çıktığı, o arada da birilerine laf yetiştirdiği bu ortamda kendimizi korumak adına sonsuz bir adrenalin pompalamaktaydık.
Herkes yerli, herkes “obroni”ye meraklı. Bazısı “gel, fotoğrafımı çek” diye poz veriyor, bazısı “no photo, no photo” diye kafasını çeviriyor. Kafalarda bir yerlere oturtulmuş beyaz kadınlar olarak gördüğümüz –fotoğrafa ilişkin tepkiler dışında- ilgiden memnun, HERKES’le konuşmaya çalıştığımız için ara ara birbirimizi kayıp da etsek, Ahmad gelip bizi buluyor, “Daha çok var, takılmayın burada” diyor.

***

Pazarın ikinci bölümü, hiç bilmediğim okyanus balıklarının, taze –olduğu iddia edilen- ve kurutulmuş formlarından oluşan deniz mahsulleri alanı. Kesif bir balık kokusu. (Kuruturken ne yapıyorlar bilmiyorum ama insanın burnundan girip, beyninin tüm hücrelerine yayılan cinsten, keskin, -belki- ekşi.
Koku duyum kuvvetlidir benim. Çevremdekilerin duymadığı kokuları alır, bir kere aldığım kokuyu nerede ne zaman aldığımı hatırlarım. Böyle bir keskin balık kokusu… Sanırım benim için unutulmaz olacak.
Balık ve denizden çıkan diğer şeyler konusunda ilgisi olanlar vardır eminim, bu konuda ne yazık ki faydalı olamayacağım, enteresan görünen çok şey vardı ama o koku beni öylesine kitledi ki kalabalığı yararak uzaklaşma ihtiyacı hissettim. Bu yüzden fotoğraf da yok :)
***
Daha çok zaman geçirmiş olmayı dileyeceğim diğer bir yer de, et bölümü. Tamamı kadın satıcılardan oluşan balık “reyonu”ndan sonra, kapı sayılabilecek bir geçitten geçerek, tamamı erkek kasaplardan oluşan et reyonuna  ilk adımımızı attık.




-          Ahmad, bu ne?
-          Kıkırdak Esra. Daha önce yemedin mi?
-          Anlaım kıkırdak da, hayvanın neresinden?
-          Kafasından.
-          ???

***
-          Ahmad, bu ne?
-          Domuz bacağı.
-          Niye kırmızı?
-          İşte, öyle yapıyorlar burada.

***
-          Ahmad, ben şunu fufu’nun içinde yedim geçende. Bu ne?
-          Keçi bacağı
-          ???

***
Sakatat yediğimi ve sevdiğimi zanneden bana haddimi bildiren bu deneyimin detayına girmeden önce bu bölümün görüntüsünü paylaşayım istiyorum. Öncelikle, içeriye girildiğinde, ortalıktaki etin ve yerde birikmekte olan kan damlalarının şoku ile kendinize gelmeniz biraz zaman alıyor. Sonra çevrenizi incelemeye başlıyorsunuz. 3-4 metre eninde bir yolun iki tarafında yerden yüksekçe panellerin üzerine yerleştirilmiş kasap masaları uzanıyor. Sağlı sollu yan yana dizili bu masaların her birinde eli satırlı bir kasap amca, neşe ile önündekileri kesip biçiyor, bir taraftan da bize  –pazardaki herkes gibi- “nerden geliyorsunuz?” sorusunu yöneltiyor.
Her taraf yığın yığın günlük taze kırmızı et. Bu etler taze ve yüksek sirkülasyonla satıldığı için koku yok, rahatım. Ara ara sineklerden rahatsız oluyorum ama kovalıyorsun gidiyorlar. Etleri çok pişirme kültürünün heryerdeki  sinek böcek ve hastalıkla ilgisi olabilir mi diye düşünüyorum. Sonra karşıma aniden çıkan tamamı simsiyah renkteki hayvan bacakları sergisiyle neye uğradığımı şaşırıyorum. Ne olduklarını soruyorum, kesinlikle anlamıyorum.
Bu bölümde fotoğrafını çekmek istediğim bir kasap, beni tezgahın arkasına davet etti. İki basamak merdivenden tırmandım, yanına yerleştim. Ahmad fotoğrafımızı çekerken, içimden “ellerin etli, n’olur dokunma bluzuma n’olur dokunma” diye yalvarmaktaydım ki, kendisi bana sıkıca sarıldı!

Hangi hayvanların nerelerinden çıkarılan organ ve parçalardı onlar bilemiyorum. Daha kalırdım öğrenmek için ama, ortamdaki kan ve et yoğunluğundan midesi ağzına kadar gelen gönüllü arkadaşlardan biri koşar adımlarla uzaklaşmıştı bölümden. Kopmamak adına ilerledik.
***
İçeriye gireli iki saatten fazla zaman geçmiş, çatı aralarından gelen güneşten içimiz çekilmeye başlamış, yorulup dinlenmeye niyetleniyoruz. Ahmad diyor ki, Hadi, daha yolumuz var.

Bu sefer bir dikim atölyeleri bölümündeyiz. Benim bungalov dükkanlar gibi –içinde girildiğinde derinliği fark edilen cinsten- onlarcası yan yana dizili–genişçe odalar. Her birinin içinde 10’ar dikiş makinesi, erkek ve kadınlar hep birlikte dikiş dikiyorlar. Dikiş makinesi çalışırken ritmik bir şekilde sağa sola sallanır. Yan yana oda dükkanlarda yüzlerce insanın, dikiş iğnesinin kumaşa batıp-çıkma sesi eşliğinde ritmik şekilde sallandığını hayal edin! Masaların üstünde oturan çocuklar da kafanızdaki görüntüyü tamamlasın :)
***





Vücutlarımızdaki adrenalinin çekilmesi ve güneşin bulutlardan tamamen kurtulmasıyla birlikte, bir noktada ayaklarımın yerden kesildiğini, kalabalıkla birlikte –onun istediği yönde- sürüklendiğimi hissettim. Kumaşçılar, düğmeciler, tokacılar, lastikçiler, nalbantlar, lastik ayakkabı ustaları geçtik. Pazarın dışına çıktığımızı sandığım bir noktada, meyveciler, Hz İsa baskılı “her şey” satıcıları (bu olayı daha sonra anlatacağım, koyu bir Hıristiyanlık olduğundan her yerde İsa’ya ve dinlerine dair yüzlerce şey var) eski tarz kasetçiler, sokak yemekçileri yeniden başladı. “Yorulduk Ahmad, kurtar bizi buradan” noktasına geldiğimizde, pazarı –enine- keserek geçtiğimizi, dolayısıyla pazarın yalnızca bir bölümünü gezebildiğimizi anladım.
Heyecan verici bir deneyim, binlerce insanın birbirine karışmış ve yoğunluğu elle tutulacak gibi hissedilen enerjisi, her taraftaki –bir şekilde çok sakin- çocuklar, eline geçirdiği her nesneyi vurmalı bir çalgıya dönüştürüveren bu halkın Pazar yerinde “ses olsun” misali tuttuğu ritim… Enfesti diyebilirim.

***
Bu arada ben bu yazıyı yazarken, ani ve çok kuvvetli bir yağmur başladı, paralelinde elektrikler gitti, yağmur daha da hızlandı… Sonuç olarak, bu yazıyı, gökten –aniden suya dönüşüp- yere dökülen bulutlar eşliğinde (bu kadar kuvvetli bir yağmur nasıl ifade edilir bilemiyorum) karanlıkta yazmış bulunuyorum :)  
P.S. Kalabalık nedeniyle Nikon'u götüremedim ama küçük makinayla çektiklerimi yine facebook sayfasına yükleyeceğim. "Like" edip, sayfaya yüklenenlerden haberdar almak isteyenler için:

Sevgiler,