31 Aralık 2011 Cumartesi

ANNE YAZICI'NIN GANA'SI



Kırk yıl öğretmenliğin ardından, işte kızımın peşinden Afrika’dayım.

Çevremi gözlemliyorum, öğretmen kimliğimle gözüm hep çocuklarda! Her baktığım çocuğun gözünde ışıltı, mutluluk görüyorum. Neşeliler, kendilerine güvenleri tam. Yaklaşmaktan çekinmiyor, tam tersi, yanımıza gelip dokunmak, selamlaşmak istiyorlar. Küçük olmalarına rağmen, kendilerine güvenleri tam, kendi üstlerine düşen görevi güle-oynaya yerine getiriyorlar. Hele de bizimle birlikte okyanus kıyısında yürümeleri yok mu? :)
Sabah güneş altıda doğuyor, kumsal sessiz ve sisli… Sisin içinde, insanın ayağını okşayan sulara basmayı sevdiğimiz için yürüyüşe çıktığımız sabahlardan birinde, etrafımızı 7-8 çocuk sarıyor…. Kendi dillerinde bir şeyler söyleyerek bize dokunuyorlar. Ben aralarına girip “I am teacher – ben öğretmenim” diyorum. Yüzüme şaşkın şaşkın bakıyor, içlerinden “gerçek mi” diye merak ediyorlar. Az İngilizcemle “biiiiiir kiiiii üüüüç, DENİZZZZ!” diyerek onları oyun moduna sokuyorum. Başlıyorlar denize doğru koşmaya! Döndüklerinde, yarışma sıralaması yapıp, hep beraber alkış tutuyoruz. Ben de onlarla olmaktan mutluluk duyuyor, el sallayıp selamlaşarak ayrılıyorum.
Yürüyüş sırasında düşünmeye devam ederek çocuklar için mutluluk sağlanmasının kolay olabileceğini düşünüyorum. Onları zorlayarak işleri bizler karıştırıyoruz…
On dört gündür buradayız. Neredeyse hiç ağlayan, somurtan çocuk görmedim. Neden ağlasın ki! Düşünüyorum ve ağlaması için neden göremiyorum;
·         Bir kere annesi hep yanında (Büyüklerin yaptığı her şeyi onlar da yapmaya çalışıyorlar Müthiş bir iş yapma becerileri var. Bir şeyler yaparken ritm tutuyor, hatta bir taraftan dans ediyorlar.)

·         Özgüvenleri yüksek (İşte buna bayıldım. Abartmıyorum, bunu gözlemlemek inanılmaz.)
Çocuklar bu yazdıklarımı doğuştan beraberlerinde getiriyorlar ama bizler, eğitim adına bazı özelliklerini önce kaybettirip sonra tekrar kazandırmaya uğraşıyor, uğraşıyor, uğraşıyoruz…

***
Annem ve abimle Gana'da başka ne mi yaptık? Bakınız:

Kano Banyosu

"Anne Ben de yazdım..." Abi Yazıcı'nın Gana'sı

"ANNE BEN DE YAZDIM..." ABİ YAZICI'NIN GANA'SI

***

Kafanin Ustundeki Yuk / Kafamin Icindeki Yuk

Afrikali yerli insanlar zaman zaman bedenlerinin yarisi buyuklugundeki yuklerini kafalarinin tepesinde mukemmel bir denge ile tasirken yuzlerinde yorgunluktan ziyade bir sukunet okunuyor. Acaba bu sakinlik hali dogustan gelen bir ozellik mi, yoksa sonradan ogrenilmis mi?

Sahilde kaldigimiz otele geldigimizde el degmemis tropikal kumsalin buyuleyiciligi arasinda dikkatimi ceken terkedilmis kucuk binalar olmustu. Daha dogrusu yikik dokuk duvarlar veya firtinada ucmus catilar degildi dikkatimi ceken... Aralardan farkedilen, odaciklari bir zamanlar sinif yapan sevimli resimler ve renkli yazilar secmistim. Bu kucuk binalar yanyana siniflardan olusan terkedilmis bir ilkokuldu. Ayrica bir koridor yoktu bu okulda, butun siniflarin kapilari dogrudan hindistan cevizi agaclariyla dolu kumsala aciliyor ve onlerinde Atlantik okyanusu uzaniyordu....

Kendi cocuklugum aklima geldi, ne cok kural ve yasakla buyumustuk. Belli ki yakin zamanda bu okul da minik ogrencilerle doluydu. Acaba onlarin da yasaklari var miydi? Ornegin; "Tenefuste kumdan kale yapmak yasak" veya "oglen tatilinde denize girmek yasak"veya " hindistan cevizi agaclarina tirmanmak yasak"... Boyle yazinca bu "olasi" yasaklar hem komik, hem de absurd geliyor ama gercekten merak ettim boyle bir okula giden koy cocugunun ruh hali nasil sekillenir diye... Neticede cevrede bir iki kucuk balikci koyu disinda yerlesim olmadigina gore burasi bir koy okulu... Gelismis dunyanin standartlarindan bakinca inanilmaz guzellikteki kumsalda ders alan cocuklar da sansli cocuklar olmali. Acaba onlar kendilerini nasil goruyorlar? Ciplak gozle de kolayca ayirt edilen buyuk bir yokluk ve fakirlik icinde yasiyorlar. Ama onun disinda yuzlerinden bir sikinti veya stres okunmuyor, mutlu gorunuyorlar. Okuldaki dersliklerin birinin kapisina rengarenk kocaman harflerle "be happy" yazmislar. Okyanusa acilan sinifin kapisina "mutlu ol" yazdiklarina gore neye sahip olduklarinin farkinda olmalilar. Insanlarin kumsal boyunca kafalarinin uzerinde tasidiklari yuk onlari cok da yoruyor gibi gorunmuyor. Itiraf etmeliyim ki kafamin icine doldurdugum yukler bana bazen cok daha agir geliyorve dertsiz dertlerimin altinda eziliyorum!


***

Eli Satirli Gezen Afrika halkı
Burada insanlarin doga ile cok icice yasamasi, siradan Afrikalilarin kilic misali buyuk bicaklarini surekli yanlarinda tasimalari sonucunu dogurmus. Ozellikle koylerde 5-6 yasindan itibaren cocuklarin ellerinde bile gordugumuz bu kilicbicak anlasilan zamanla bir uzuv haline geliyor. Her an her yerde yanlarinda tasiyorlar ve portakal soymaktan agac kesmeye kadar her iste kullaniyorlar. Benim icin ise o koca kilicbicak, doner bicagindan irice goruntusuyle sadece siddeti cagristiriyor. Karsidan eli bicakli gelen birisini her gordugumde ister istemez bir tedirginlik duyuyor ve mesafeli kalmaya ozen gosteriyorum. Insanin icine yerlesmis bazi kucuk korkular ister istemez davranislarini etkiliyor. Oysa burada cok siradan, Avrupa'daki bir sehirde olsa polis hemen tutuklardi elinde satirla gezen kisiyi ve amacini sorgulardi. Afrikali icin ise ne kadar normal, o sadece hindistan cevizi kesecek!.. Herkesin normali kendine...





***
Kirli El /Temiz El
En az 40-50 metre genisligindeki sari beyaz tropikal kumsalin hemen bittigi yerde sira sira hindistan cevizi agaclari basliyor. Her an, her yerde hindistan cevizi bulmak mumkun bu memlekette...Yanlarindan ayirmadiklari kilic misali bicaklariyla seri hareketlerle once cevizin tepesinde kucuk sapka seklinde bir delik aciyor ve nazikce cevizi sana uzatiyor ki sen "temiz" ellerinle sapkayi kaldirip altindaki delikten meyvenin nefis suyunu icebilesin....

Icip bitince hindistan cevizini geri uzatiyorsun, o koca kilic/bicak maharetli ellerde yine cok seri hareketlerle cevizi uce boluyor, bu arada kabuktan kestigi bir parcayi kasik gibi kullanarak hindistan cevizinin kremamsi ic kismini siyirip sana uzatiyor. Butun bu surec boyunca satici butun islemi ozellikle sana donuk ve gozunun icine sokmak istercesine bir ozenle ellerini hic dokunmadan gerceklestiriyor ki sen aklinda temizlikle ilgili soru isareti olmadan "temiz" ellerinle yemenin keyfini cikart bu nefis tropikal meyveyi....




***
Mesaj Kaygılı Afrika

Gana'nin baskenti Akra'ya indigimde dahahavaalanindan itibaren her turlu tabelanin bir anlamda mesaj iletmek icinkullanilmasi ilgimi cekti. Ozellikle arabalarin arka camlari Incil'den yapilmis alintilarla dolu...

"God First" Oto Lasticisi

"Powerful Jesus" yazan kamyon
"My Lord is Able" bakkali
"God's Will Fashion Shop" kumasci
"God's Power Store" elektrikcisi




Sehirden cikip kirsal alanlara gelince de durum degismedi, hatta daha ilginc bir hal aldi. Her yerde mesaj kaygili arabalar, dukkanlar ve hatta koyler var!..

Cep telefonu operatorleri arasindaki rekabet ise her yere tasinmis ve renkli goruntuler olusturuyor. Vodafone tarafindan tamamen kirmiziya boyanmis bir koyun hemen yaninda MTN sarisi evleriyle diger koy beliriveriyor. Hatta henuz hizmet vermeye baslamamis, altyapi calismalarina devam etmekte olan GLO bile yaristan geri kalmamak icin bir suru koy evini ve dukkani fistik yesili renklere boyamis bile...

Abi Yazıcı'nın diğer yazıları için tıklayınız...

FOTOGRAFLAR İÇİN TIKLAYINIZ :)



KANO BANYOSU!

-          Hadi kuru mevsimin ortasında sağanak yağmura yakalandık tamam, rahmet yağıyor dedik de, şu üstümdeki yelek bari olmasaydı! Bi’ de kirli ki.. Bırak korumayı, kirlerini süzüyor ensemden aşağı..!  Hayır, kıpırdayamıyorum da, kano sallanacak, içeri su girecek :))))))

Bu Gana memleketinin en bi’ uç köşesinde (Güney – Batısı oluyor, Fildişi sahili sınırının kıyısı) okyanustan az içeride bir göl, gölün üstünde kurulu bir köy… Geldiğimden beri orayı sayıklıyordum, annemler geldiğinde oraya gideceğiz diye. Efendim efsane şu; 500 yıl kadar önce, sanırım kölelikle ilişkili bir sebepten ötürü, bir kabile diğerini kovalıyormuş. Kaçan kabile, yerleşecek güvenli bir yer bulamayınca göle doğru ilerlemiş, suyun yüzeyinde uygun bulduğu yere de köy kondurmuş. Gel zaman git zaman burayı evleri bellemişler, tehlike kaybolduğunda taşınmaya ihtiyaç duymamışlar. İyi has, 70-80 hanelik bir köy halkı, okuluyla, kilisesiyle, bakkalıyla, tavuklarıyla suyun yüzünde yaşıyorlar.
Biz mi nasıl ulaştık? Ortam turistik olduğu için, devlet burayı organize bir hale getirmiş, göle açılan akarsu kollarını temizleyip düzenleyip, ulaşım imkânı sağlamış. Gana’da ücra sayılan “Beyin” adındaki köye araba ile ulaşıp, orada kiraladığımız kano ile göl yüzeyinde 1 saatlik kano yolculuğu yaptık. Şimdi kano derken... En geniş yeri yarım metre, boyu 4 metre kadar bir yekpare ahşap kano. Kapasitesince yolcuyu alıp da yüzmeye başladığında suyun yüzeyiyle bir yükseklikte oluyor. Pek bir derinliği de yok, oturduğumuz kısım, ayaklarımızdan 30 cm kadar yukarıda. Meali şu; kıpırdadığın an sallanmaya başlıyorsun, sallandığında da kano su alıyor. Senin kıpırdamayışın yetmiyor, kanonun içinde senle birlikte oturan diğer kişilerin de sabit oturması gerekiyor :) Kanoya yerleştik; en önde ve arkada birer kürekçi, önce abim, ikinci ben, arkada annem, onun arkasında da –sudan korkan şöförümüz Nicholas (kendisi büyük cesaret gösterdi, canından can verdi bu 1 saatlik seyehatte ama hiç istifini bozmadı :) –

İlk birkaç dakikanın gerginliği…
Ardından gelen rehavet: “Yol da uzunmuş, alıştım galiba ben artık”
Sonra: “Bu ne muhteşem bir yer böyle!”



























***
Tüm evleri, yapıları, geçit ve köprüleri bambulardan yapmışlar. Çok sağlam, sert, dayanıklı malzeme. Üstelik Gana’da yerde gökte yetişiyor, şık bile duruyor. Minik minik, içinde yalnızca çift kişilik yatak ve bir dolaba yer bulabilen küçücük köy evleri var suyun üstünde. Onun dışında aklınıza ne gelirse var; bar’dan tutun da, okula kadar.



Gana’da zaman geçirmeyi planlayarak girdiğiniz köyde yapmanız gereken temel bir şey bulunuyor; geldiğinizi köyün şefine kibarca “bildirmek” bir nevi giriş izni almak. Burada da bizi önce şefe götürdüler. Burada iş iyice turistik hale gelmiş tabi, şef bir masanın başına oturmuş, gelenleri karşılıyor. Sıra bize geldiğinde karşısına oturduk, burada ne yaptığımızı anlattık, bu köyü yaşattıkları, şehre taşınmadıkları için onlara teşekkür ettik. Sonra her köyde karşılaşmadığımız ikinci bölüme geçtik, köyün okulunu geliştirmeye çalışıyorlarmış, turistlerin yaptığı bağışların değerini dinledik, bir ufak bağışta bulunduk, anne kızlık soyadımıza kadar detaylı bilgi istedikleri bir listeye isimlerimizi girdik.

Köyde birkaç adım attığımız anda öğrendiğimiz 3-5 ilgi çekici satır;





























Köyde elektrik yok, 1-2 tane jeneratör var.
Evlerin tuvaleti yok; köyün bittiği noktanın sonunda uzunca bir bambu koridor, onun da ucunda müstakil 2 tuvalet bulunuyor. Tabii ki altı boş :)
Tüm Gana köylerinde olduğu gibi, burada da her taraf çocuk. Bu çocuklar bu suya düşmez mi, çocuğu anneler çocukları suya düşecek korkusuyla yürekleri ağızlarında gezmez mi…? Yok, olmuyormuş öyle bir şey :)
***
Ardından geri dönüş yolu…
Annemin kuru mevsime inat, geldiği an itibariyle görmeyi dilediği sağanak yağmur, bizi “üstündeyken kıpırdama yasağı bulunan” o kanonun üzerinde yakaladı. Geri dönüş yolculuğu için kanoya yerleştiğimizde yağmur yalnızca çiseliyordu, ilk kürek darbesiyle hızlandı, sonra sanırsınız ki muson yağmuruna döndü. Bakın yol 1 saat, kıpırdamadan tam 1 saat boyunca ıslandık! Islanmak denmez ona duş aldık! Sırt çantamın içinde fotoğraf makinesi vardı bir taraftan.. Kano’nun tabanına dolan yağmur ıslatmasın diye can yeleğini çantamın altına koydum, deri şapkamla da üst kısmını kapattım, kendim de üstüne abandım.


Bu da böylece, Gana’da Harmadan vakti yediğimiz 1 saatlik yağmur, kıpırdamamaya çalışarak kahkaha atmaktan nefessiz kaldığımız gün oldu… Ne eğlendik :)

***
Burada dönen dünya başka dünya, hayatlar başka hayatlar. Çevrede dolaşan belki binlerce öykü, bakan gözlerin seçtiği binlerce başka renk var. Abimden kendi seçtiklerini anlatmasını istedim.
Yazdığı “tanıdık” manzaralara bayıldım, hepsinin “tanıdık oluşu”ndan ayrı zevk aldım. Her biri ayrı dikkate değer; uzun uzun okunsun tadı çıksın diye 2 parça halinde ekleyeceğim blog’a.
Buyrun Abi Yazıcı'nın Gana'sına:

































Catwalk in Africa


Afrikalilar ama ozellikle kadinlar, genc yasli, guzel cirkin farketmiyor, hepsi manken adimlariyla yuruyorlar. Acik sari sisin icinden bana dogru gelen veya salina salina uzaklasan bu insanlar gercek gorunmuyor...
Belli belirsiz bir insan formu, kafasinin tepesinde bedenini tamamlayan yukuyle birlikte sessizce beliriyor. Devasa tropikal kumsalin bir ucundan yavas yavas nem bulutunun icinden cikiyorlar. Kafalarinin uzerinde tasidiklari buyuk yukleri dengede tuttuklari icin olacak bir mankenin. Adimlariyla bana yaklastikca ancak yuklerinin ve bedenlerinin detaylarini secebiliyorum.





Beyaz Adam


Etrafima baktikca o kadar cok dini mesaj goruyorum ki herhalde buradaki insanlarin kimliklerini tanimlayan ana unsur mensubu bulunduklari din, cemaat veya izledikleri kutsal kisi diye dusunuyorum. Benim icinse kimligimin daha once hic onemli olmayan bir tarafinin ortaya ciktigi yer burasi... Ben burada sadece "beyaz adam" oldum. Insan hep ayni insan ama bulundugumuz cevreye gore bizi tanimlayan ana kimlik unsurunun degismesi bana hep cok ilginc gelmistir. New York'ta is icin gecirdigim bir zaman boyunca birden Amerikalilar'in gozunde one cikan kimligimin "Avrupali" oldugunu farkettigimde cok sasirmistim. Onlar icinse gayet basitti, ben de bankanin Avrupa organizasyonundan gelen Ingiliz, Italyan ve Yunanli digerleri ile birlikte "Avrupali" ust kimliginin altina yerlestirilivermistim. Oysa ulke olarak yillardir uyesi olmaya calistigimiz AB icinde calisirken veya yasarken oncelikli kimligim "Turk" olmak. Avrupa'nin gobeginde yasarken kesinlikle Avrupali degilken kita degistirince "Avrupali" olmak ilginc bir deneyim olmustu ve kimlikler uzerine dusunmustum. Bu kitada da birden "beyaz adam" oluverince bu dusunceler tekrar aklima geldi. Turkiye'deyken de bir sekilde hep nereli oldugumuz gundeme gelir ve dogdugumuz yerin yarattigi cagrisimlar biz istemesek de kimliginizi belirlemez mi zaten!... Yillardir yaptiklarimiz, egitim, meslek, aile, es, cocuklar v.b. gibi kimligimizi kendimiz icin belirleyen butun hersey bir kenara itilir ve ana kimlik unsurumuz nereden geldigimizden cikartilmaya calisilir. Neyse, yillardir kaniksadigim bu ana kimlik unsurumu asagida tekrar ozetleme calisiyorum:
"Ben su anda Afrika'da seyahat eden bir beyaz adamim. Avrupa'da yasayan bir Turk'um. Istanbul'dan geliyorum. Samsun dogumluyum ama ailem Unyeli... Icinden"








Pazarlık Oyunu
Aslinda ben pazarlik etmeyi hep eglenceli bulmusumdur. Bir tur oyun gibi, karsilikli binbir turlu manevra, sakalasma ve laf kalabaligi arasinda fiyatta kucuk/buyuk avantajlar yakalamak uzerine kurulmus bir oyun...

Telefonda Evrim'e gun boyunca her an ve her sey icin pazarlik etmekten yoruldugumu soyledigimde bana sen Isvicreli olmussun dedi!.. Ama ozellikle Akra'da gecirdigimiz 2 gun boyunca taksi soforleriyle pazarlik etmek cok yorucuydu.

Oncelikle yollari cok bozuk, altyapisi ve kamu tasimasi olmayan bir sehir hayal edin, sonra bunu nemli bir tropikal iklim, cigerleri yakan bir egzos kokusu, toz ve kumla icinize cekin ve buyuk bir kesmekes icinde yarim saatte ancak 1-2 km ilerleyebilen trafige ekleyin... Iste bu ortamda taksiler tek ulasim alternatifimiz oldu. Her taraf binlerce taksi kayniyor, cogunluk 1980'lerden hatirladigimiz modeller, muhtemelen ilk trafige ciktiklari ulkelerde hurdaya ayrildiktan sonra buraya getirilmis ve cesitli modifikasyonlardan sonra "hibrit" araclara donusmusler!

Bu araclarda pek tabi ki taksimetre yok, onun yerine pazarlikmetre var. Yaklasik soyle bir diyalog gerceklesiyor:

BY - Bilmemne caddesine kaca gidersin?
Taksici -20 Cedi

(Bu noktada hemen "Oooo" veya "Eeiiii" gibi uzatilarak soylenen unlemlerden birini yapiyoruz ki bizim keriz turist beyaz adam degil de burali beyaz adam oldugumuzu sansin :)

T-peki sen ne verirsin?
BY-yok yok cok pahali, sen git, baska taksi cevirecegim.
T-peki peki 15 olsun.
BY-5 veririm
T- cok az, 10'a gotururum.
BY-6 vereyim gotur.
T-8 olsun, cok trafik var.
BY-7 tamamsa biniyoruz.
T-hadi binin!

Bu arada tabi ki taksi bildigini soyledigi adresi bilmiyor ve biz trafikte gecen zamani dusunerek kendimizce adil olan bir sekilde 7-10 arasi bir odeme yapiyoruz.

Daha bu sekilde anlatilabilecek cok hikaye var ama gercekten cok yoruldum bu pazarlik isinden... Daha boncuk ve maske alirken yasadiklarimizi anlatmayi dusunmustum ama hatirladikca yoruldum tekrar....

Aslinda boncukcularda gecirdigimiz zaman cok eglenceliydi, Esra bir eline aldigi bir suru kolye, bilezik, incik, boncugu bana gosterip, "abicim bunlarin hepsini 30 Cedi'ye aldim, bana para uzatir misin?" Dediginde ben iki elimdeki dolu dolu ganimetleri gosterip "Ne? Cok pahali, ben az once iki elimdekilere 30 odedim" demistim. Bunun uzerine saticilara donen Esra gayet patavatsizca "abim cok pahali diyor, yan taraftan daha ucuza almis" demis ve iki aile birbirine girmisti! Neyse sonu tatliya baglandi ve o gun seyahatin en eglenceli anilarindan biri olarak hafizamda yer etti...
Bilgehan
















19 Aralık 2011 Pazartesi

BUYUK ANNEM SIFACI IMIS, YAKMISLAR.

-       Benim de buyuk buyuk annem, sifacilik yaptigi icin koyunde “buyucu” olarak biliniyormus, gun gelmis yakmislar Norvec’te. Bunu Afrika’da herhangi birisine soyedigimi dusunsene, genlerinde tasiyordur der de, nerelere saklanacaklarini bilemezler benden :)

***
Bizden önce gelen gönllü arkadaşların görev süresi doldu, onları evlerine, İngiltere'ye yolcu ettik..
Dun tum esyalarini yukledikleri ve Akra’ya donus icin kiraladiklari aracin icinde birlikte geldik. Evi kapatip da arabaya binince ben de havaya girmisim bir an icin.. Kendim de donuyormusum gibi huzunleniverdim.
... Ama daha degil :) Benim hikayem suruyor. Onca soruna ragmen `hadi simdi eve donus vakti` deseler kursagimda kalirdi Afrika.

***
Benim Akra’ya gelme sebebim, annemle abimi karsilamak. Birkac gun Akra’da ve sahildeki birkac durakta gezecek olmamizin  heyecaniyla zaman gecirmeyi bilemedim bugun; bu aksami aksam ettim sormayin. Ucaklari 21.30 gibi inecek buranin saatiyle.

***
Dun aksam bu ekipten birinin, Kambocya’da gonullu calistigi donemden Norvec’li bir arkadasiyla bulusmak uzere yemege ciktik. Bu Norvec’li arkadas Mari, meger babasinin isi (diplomatmis) sebebiyle 6 aylikken Afrika’ya gelmis, Kenya'da buyumus, Norvec dili ile ayni anda konusmaya basladigi ilk kelimeleri, Kenya’da konusulan 200 yerel dil’den birisine ait olmus.. Daha sonra universite icin sanirim, ayrilmis buralardan ama ailesi Afrika’nin cesitli ulkerlerinde yasamaya devam etmis. Biz dun Mari ile birlikte annesi Margaret ile de tanistik. Oyle zevk aldim ki Margaret’in anlattiklarindan, anlatis biciminden, yargisizligindan ve burasi ile basa cikabilmis olmasindan... Rahat 65 yasinda gorunen bu kadinla sohpet etmekten öyle zevk aldım ki, sordukca sordum, daha da dinledim.
Margaret simdi Gana’dan toprak almis. Akra’ya yakin bir koyde kendine bir ev yaptirmis, kedisi kopegi ve evin calisanlari ile mutlu mesut bir hayat kurmus kendisine. Bunalinca Norvec’e gidiyormus (kendi ulkesinin yaz aylarina getiriyormus bu bunalma zamanlarini :) Avrupa’ya kis geldiginde ise Gana’ya ucuyormus. Bunca yil ulkenin disinda yasayinca, ne orali ne burali olduk artik diyor, duzenini ona gore kurmus.
***
-       Esra peki sen yemek yiyebiliyor musun Kumasi’de? Turk yemegi bulmak imkansiz olsa gerek?

-       E oyle, imkansiz :) Ama Lubnan restoranlari var yaygin. Yakin bir lezzet oldugu icin rahat ettim.

-       Aman Lubnan yemeginden ne olacak, duzgun meze filan yapabiliyorlar mi bari?

-       :)))) Yok, yapamiyorlar :))))

(Merak edenler icin, yok Turkiye’ye gelmemis, Turk mutfagini iyi taniyordu ama. Kafasinda bize dair  hic yargi olmayan bir Kuzey Avrupa’li... Mmmmmh, Margaret, senin oraya mi yerlessek biz :)

***
Diyalogun devami –artik biraz da geyik haline gelen- Afrika’da benim basima gelenler konusuna dayandi. Artik alistim, bizim arkadaşlara sorarsaniz bizim şirket beni buraya gonullu hizmet vermem icin degil, basima gonderilecek -her seferinde daha buyuk- musibetle nasil basa cikacagimi izlemek, degerlendirmek icin gondermis :)))) Margaret merak etti, kisaca anlattim, geldigimde proje yoktu, benden kendi projemi bulmami istediler, 4 tane proje sundum, karar vermeleri 100 yil surdu, o sirada bizim şirket devreye girdi olaya mudahale etti. Beni, varolmayan bir proje icin talep ettikleri ortaya cikinca yalan soyleyerek ustume geldiler, cok bunalttilar beni o siralar, sonra baska bir proje grubuna atandim, orada da su oldu bu oldu anlattim. Hayat sartlari, yasamanin zorlugu bir kenara ama bu is stresi beni cok zorladi deyince Margeret hic sasirmadi...
Dedi ki, Afrika halklari birbirlerinden cok da farkli olsalar, kendi aralarindaki benzerlikler, bizim onlarla benzerliklerimizden daha fazla. Haliyle pek cok ortak nokta sayabilirim, yalan soylemek de bunlarin basinda geliyor. Bizim, Bati dunyasinda, cocuklarimiza ogrettigimiz ilk sey `yalan soylememek` iken, tum Afrika’nin `aliskanliktan` surekli yalan soylemesi cok ilginc degil mi? dedi, guldu.
(Bu arada bu “bizim bati dunyasi” ifadesi hakkinda goruslerim var, daha sonra bir zaman paylasacagim. Bircok kisi ile konusurken “Ben batili degilim” demekten buyuk zevk aldigimi farkettim. Oyle ya, orta-dogulu/dogulu tarafimi da cok seviyorum ben. Onu da cumle icinde kullanmak istiyorum)
Yalan’dan acilinca, Afrika’lilarin kendileri arasinda ve beyazlarla kurduklari iliskilere geldi konu. Adi kadar emin oldugu baska bir sey vardi Margaret’in. Afrika’li birisine hicbir sekilde guvenmeyecekmissin, en ufak sozune bile. Cok ilginc degil mi, butun bir kitanin insanina nasil genellenir ki boyle bir sey?
Yarin yemege gelecegine dair sozlesir seninle, aksam 8’de bulusulacak diye anlasirsin, gelmez. Cunku konustugunuz anda ‘iyi vakit geciriyormussunuzdur, her sorunun cevabi evet’tir, dolayisiyla seninle plan yapmak normaldir. Sonra, ortadan kaybolur, dedi.:) O yuzden artik eve birilerini davet edeceginde ozel hazirlik yapmiyormus. Genel bir masaya, normalde yapacagindan az fazla birseyler koyuyormus, gelen olursa self servis diye yonlendiriyormus. :)

***
O sirada yemeklerden acildi mevzu. Fufu denediniz mi diye soruldu :) Iste benim konum :))) Masadaki herkesin yuzunu buzusturmesi ile birlkte ben, “e asinda guzel yemek vallahi, icinde antilop eti olunca baya lezzetli buldum ben” aciklamami yaptim. Sonra klasik devam cumlem, grasscutter da yedim! Masadan “yok artik” kahkahalari... Tadi nasildi sorulari.. Mari rica etti de konuyu kapattik:))))
Margaret diyor ki, ilk geldikleri yillarda kibarliktan bircok sey yemis, normalde adim atmayacagi ortamlara girmis. Artik hayir diyorum diyor. Bana sorarsaniz karsindakini net esit gormenin bir kaniti sayilabilir bu.. Ulkesine gittigin adamin yemegini “denemek” tamam da sevmedigin seyi zorla yutmaya calismak kibarlik midir? “Seni kabul ediyorum” demek midir? Konunun saygiyla alakasi var midir?
***
Sonra cografyanin ne kadar farkli oldugundan bahsettik biraz. Sinek bocek... Kucucuktum ilk geldigimde dedi. Kucagimda Mari, 6 aylik daha yurumeyi bilmiyor.. Tasinmisiz bir eve.. Her taraf bocek... Cantamdan filan cikiyorlar... Ilaclaya ilaclaya onlardan kurtulmam 6 ayimi aldi dedi. (Bu noktada bizim ev baya iyi bir noktada imis goruyorum ki) Bir de, (ilk gittikleri yer olan Kenya’da) kucuk bir kasabada mi kalmislar ilk zaman, oyle birsey.. tuvalet sorun, su sorun, banyo sorun... 1 sene agladim dedi.
***
Simdi artik iyice taniyorum buralari, kime karsi nasil davranacagimi, neyle nasil basa cikacagimi biliyorum, o yuzden rahat ve mutluyum dedi. Afrika dozum fazla geldiginde Norvec’e donuyorum ama her dondugumde ulkeme dair kutlayacak degil, elestirecek daha fazla sey buluyorum dedi. Sokaga cikiyorsun, asik suratli kuzey avrupa insani.. Kimse kimsenin yuzune bakmaz, merhaba demez, basi sikissa yardim etmez. Stresli ve mutsuzdur. Karsilastirmak degil ama Afrika insaninin sicacik gulumsemesi hic biryerde yok diye anlatti.
***
Son konumuz en bombasi idi. Buyuculer!
Once ben anlattim fetis rahip gormeye gittim, sunu dediler bunu gordum, olan biten vs. O sirada anlatmaya basladi. Buyu dedigin seyin beyaz’i ve kara’si var, Afrika’ya dair hic konusulmayan birsey varsa o da bu buyu mevzusu. Senin pesine dustugun fetis rahip’ler dini otorite sayilan kisiler, daha ziyade beyaz buyuler yapiyorlar. Zararli algilanmiyorlar ama bir de insanlara zarar vermek icin yapilanlar var...
Cesitli olaylar anlatti, Afrika’nin farkli ulkelerinden... Guney Afrika, Gana, Nijerya, Botswana, Etyopya, Kenya benim hatirladiklarim. Etyopya’da iken ornegin, gazetelere gundem olan bir mevzu varmis, hamile bir kadin, hamile kalmaya calisan ama kalamayan bir kadinla tanisiyor, kisa bir sure sonra bebegini kaybediyor. Eszamanli olarak diger kadin hamile kaliyor. Bebegini dusuren, digerine dava aciyor “buyu ile bebegimi caldi” diye. Konu ciddiye alinmis, mahkeme devam ediyorms ki Margaret ve esi ulkeden ayrilmislar. Koylerde ozellikle cok yaygindir dedi. Genellikle kiskancliktan cikar, birileri digerlerine buyu yapar, yapmaya calisir, yapmaktan bahsedermis. Kuvvetle inandiklari sey su imis. Buyuye inanmayan birisi isen buyu sende ise yaramazmis, bu yuzden Avrupali’lara birsey olmuyormus (biliyorsunuz dunyada bir Afrika’lilar, bir Avrupa’lilar var :)  ama Afrika’lilar annelerinden emdikleri sut ile ayni anda bu gundeme dustuklerinden buyuye inanmamak sanslarini bastan yitirmis oluyorlarmis. Surekli, yasamin her gunu boyunca buyuden korunmaya calismak... Vallahi karisik isler, korkarim ben bu mevzulardan. Togo ve Benin’de cok yaygin oldugunu duymustum. Woodoo buyu marketler, kilitlenmeden birakilan ev ve dukkanlar gibi (her yer buyulu diye cesaret edemezmis kimse calmaya :) ama Margaret’in dedigine gore Afrika'nin genelinde varmis.
Fetis metis, 6. his, Afrika inancinin detayi gibi seyler konusuldukca samanizm acildi. Bizim Turk soyunun temeli Orta Asya’dan geliyor, atalarimin Muslumanlik’tan once inandigi din samanizm oldugu icin hep ilgimi cekmistir, son donemde fetis rahiplerle beraber onlari da arastirdim dedim. Bomba soru geldi. Muslumansiniz ya siz, samanlik tabu sayilmiyor mu? Soruyu anlamadim once.. Dedi ki, benim atalarim kuzey spirituel inancina (Nordic Paganism – Norse Mythology) sahipmis hristiyanligi kabul etmeden once. Hristiyanlikla beraber halkin arasinda “sifaci” kabul edilen bu kimseler “cadi” diye yakilmis, seytan sayilmis. Bizde hala rahatsiz olunan, pek de konusulmayan birseydir.. Bu arada, bir sekilde buyuk buyuk buyuk annesinin “sifaci” oldugunu, orta cagda yakilarak olduruldugunu paylasti. Insan boyle bir seyi nasil bilir ki..?
Buyu’nun Afrka’nin gundelik yasantiya paralel, surekli bir korku yarattigi dusunuldugunde, gereksiz yere ustume ok cekmek istemedim, buradaki kimseye soylemedim dedi.
***
Ne guzel aksamdi.. Yine olsa, o anlatsa ben dinlesem.
Simdilik bu kadar, havaalanina gidiyorum! :)


P.S. Ingilizce klavye karakterli Turkce yazim icin uzgunum, otel bilgisayarinda yazdim bu seferki post’u!

Sevgiler,

Esra






17 Aralık 2011 Cumartesi

BİZİM BLOG İLK 10'DA!

Çok teşekkür ederim! :)



Annebenafrikayatasiniyorum.blogspot.com oylarınızla Turkcell BÖ Blog ödülleri gezi kategorisinde ilk 10’da.

Şimdi bir jüri değerlendirmesi fazı var, sonuçlar 5 Ocak’ta açıklanacak. Aynı gün bir ödül gecesi organize edilecekmiş. Bakın nasıl da havalı duruyor 1. Sırada!

Bu niye 1. sırada yazılmış, yoksa en çok oyu sen mi almışsın diye soran arkadaşlarım oldu; kesin en çok oyu siz vermişsinizdir diye düşünüyorum ama ilk sırada yazılmış olmamız bunu yansıtmıyor. Alfabetik sıra kontenjanından yerleştik oraya :))



Burada geçireceğim toplam 6 aylık dönem içinde 1 haftalık iznim vardı. Askerlik gibi değerlendiriliyor olay; şirketimiz, zor şartlar altında bunalıp da ailemizi görmek istersek diye bir kereliğine uçak biletimizi ödeyerek bir güzellik yapıyor.

Açıkçası ben bunca zaman, annemle abimin buraya geleceğini düşünerek, kendimi Türkiye’ye gitmeyecek şekilde hazırlamıştım. Haliyle son ana kadar ne konusunu konuştum, bir plan yaptım.
Ama şimdi madem ödül gecesi varmış..:)
Madem Eylül de dedi ki sen İstanbul’a gidersen ben de Stockholm’den gelirim…
O zaman bize bi’ İstanbul yolu göründü :)

***
Bir havaya girdim ki sormayın :) Sanırsınız 8 senelik gurbetçiyim.. Özlediğim, yemek içmek istediğim şeylerin haddi hesabı yok. E insan özlüyor memleketini canım!
Pazartesi annemle abim geliyor, bir süre buralarda zaman geçireceğiz, sonra onlarla birlikte İstanbul’a döneceğiz. Çok heyecanlı! :)))

14 Aralık 2011 Çarşamba

ANNE BURAYA "HARMADAN" GELDİ!


“Harmadan” geldi. Toz duman geldi…

Gözlerimizin içine kadar kum olduk. Buranın “kış”ıymış. Kış gibi yapan mevsimiymiş. Karpuz yediğin 35 derece sıcaklıktaki kuru kış günleri.
-       Harmadan gelince görün siz buraları…
-       Bu sene Harmadan gelmek bilmedi, bu kadar yağmur normal değil zaten…
-       Harmadan’da burada mısınız?
“Aman canım” diyorduk; Ekim’de başlar yazıyor her yerde; vallahi Harmadan buysa abartıyorlar, iklim bilmedikleri için iki rüzgar esti diye havaya giriyorlar demek ki…

Meğer bu sene gecikmişmiş.
Geldi.

Abartmıyorlarmış.

***
Kuzey Afrika’daki Büyük Sahra Çölü var ya, yılın bu mevsiminde oradan Gine Körfezi’ne doğu (tam bizim bu taraf) bütün Batı Afrika’yı etkileyen bir rüzgâr esermiş. Çölün rüzgarı kum taşımadan olmazmış… Dolu dolu gelen Sahra kumları yere göğe siner, florasan yeşil Gana ormanlarını kaplarmış. İnanamazsınız güneş kapanıyor, öyle kumlu bir rüzgâr! Sürekli sis var gibi ama hava sıcak… Bugün evden dışarıya hiç çıkmadığım halde ağzımın içinde çıtır çıtır kum taneleri birikti. Tek güzel yanı, sabaha karşı hafiften bir serinlik oluyor, insan çarşafı şöyle bir üstüne çekiverme ihtiyacı hissediyor.
Gana’da mevsim değişikliğinin sabaha etkisi:
Sıcak, terli, bunalmış uyanmak; klima kumandasını yastık altında tutmak (her an erişilebilir olsun diye) veya serin serin rahatça fakat pislik içinde uyanmak (beyaz renkteki nevresimimi yıkadım, makinadan boşalttığım çamaşır suyu turuncu renkteydi!)
***
Gana’daki ilköğretim sömestr dönemlerinin 3 bölümden oluştuğunu duyduğumda hoşuma gitmişti önce. Demiştim ki, tabi ya bizim gibi yaz tatili mi yapacaklar.. Sene boyunca okula gidiyor, ara ara da sömestr tatilleri veriyorlar işte, kendi düzenlerini kendi iklimlerine göre kurmuşlar. Meğer hiç alakası yokmuş. Herşey gibi 3 dönemden oluşan eğitim yılı da İngilizler’den gelmiş. Yalnız, tatillerden birinin Harmadan’a denk gelmesi tesadüf değil. Bu tozda kıyamette evde oturulacak 2 hafta tatil var şimdi.
:) Evet, çocuklar sınav öncesi sınavlarını oluyor, öğretmenler sınav yapıyor; biz de artık gitmiyoruz okula.
***
Okullar tatil, çocuklar yok, MDC (Millenium Development Cities) sinirlenmek yok, Afua yok; yapılacak en güzel iş MDC'nin bana vermeye karar verdiği 3. Proje olan “Amerika – Gana Lise öğrencileri – online kulübünün” içeriğini yazmak. Sabahtan akşama kadar elimde bir kahve sandalyemden kalkmadan yazıyorum.
Bu son proje karşıma çıkmasını ummadığım kadar heyecan verici bir iş. Yazıları devamlı takip eden arkadaşlarım iş konusunda birkaç değişiklikten geçtiğimi takip ettiler.  Özetle, MDC, VITAL projesinden gönüllü talep ederken bir hata yapmış, Fransızca konuşan bir ülke olan Senegal için yazdıkları projeyi Gana olarak göndermişler, ben gelmeden önce. Sonra bunu mülakatlar sırasında benimle veya VITAL ekibi ile paylaşmamışlar. Demişler ki, ürün müdürüymüş madem, elbet “yatırım projeleri” tarafında bir faydası dokunur.
Geldiğimde bana, ülkenin farklı büyüklükteki sektör dernekleriyle görüşüp kendi çalışmak istediğin alanı seçeceksin, dediler. İyi fikir gibi geldi, yapılabilecek birkaç iş vardı, 4 proje teklifi verdim ama Gana’daki MDC yöneticilerinin herhangi bir şeyle ilgilenmeleri haftalar alabildiği için beni erteledikçe ertelediler. Sonuç olarak ilk 1 ayımı burada tartışarak, elimdeki projeler için araştırma yapmayı bırakıp aksiyona geçmeye çalışarak geçirdim. Haliyle bizim şirket olaya müdahale etti, benim proje grubum değiştirildi.
Yeni proje grubu “Gelişim Okulları” ismindeki, nispeten yerleşik, 3 senelik bir proje idi. Temelde Gana’daki öğretmenlerin bilgisayar öğrenimini geliştirmeyi amaçlayan; internete erişebilen, kaynak bulabilen öğretmenlerin, düzenledikleri yeni ders içeriklerini hem öğrencileriyle, hem de eşleştirildikleri Amerika’lı öğretmenlerle paylaşmalarını sağlayan bir program. Gönüllülerden eğitim vermeleri ve bilgisayar laboratuarlarının çalışır durumda olduğundan emin olmaları bekleniyor. Bu grupta da 1 ay kadar çalıştım, ev arkadaşım Steffi ile (o doğrudan bu projeye atanmıştı) birlikte eğitim verdim.
Eş zamanlı olarak, MDC yönetimi tarafından, projenin sorumlusunun kim olduğu tanımlanmamıştı. Farklı kişilerden gelen, birbirinin zıddı taleplerin ortasında kaldık Steffi ile.  Amerikalı ve Ganalıların yaşadığı pasif-agresif kültür çatışmasının ateş hattında kaldık. Bir kriz çıksa düzelecek belki ama… Herkes susarken de kriz çıkmıyor ki!
Sivil toplum düzeyinde hissettiğim şey, buradaki sistemin düzelmeyi engelleyen, başarılı olmayı imkânsız hale getiren bir baz üzerine kurulduğu... İşi gereği Afrika ile bağlantılı çalışan arkadaşlarım “Dünyamıza hoş geldin” diyorlar. Kıtalar arası iş yürütmek zorunda olunan MDC çalışma düzeninde, bütün kültürü “söz”e dayalı Gana’lılar e-mail atmayı (açıkça söylemeksizin) reddediyor. Bunun yanında iki taraf da, karşılıklı fikir ayrılığından bıkmış oldukları için, konuşmayı kesmişler… Yalnızca “davranıyorlar”
Anlam çıkarıp, ona göre hareket etmeye çalışıyorsun…
***
İki gün önce, projenin Amerika tarafındaki yöneticisi (benim bu yeni projede bağlı olduğum kişi) Liz, durup dururken Stacie ve bana “proje beklentileri” dokümanı gönderdi. Kendi içlerindeki karar değişimlerinin bir sonucu olarak, defalarca konfirme edilen, her seferinde karşılıklı imzalar alınan “performans değerlendirme hedeflerimiz” yenilendi.
İlk geldiğim haftalarda böyle zamansız, plansız, kalitesiz değişikliğe sinirlenirdim. Bir noktada sinirlerim alındı herhalde, hep tersinden düşünmeye alıştım.
“Neden yapmış olabilir?”
“Düşündüğüm sebepten ise, bir sonraki aşamada ne olur?”
“Bu noktada ben ne pozisyon almalıyım?”
Açıkçası geçmiş 2,5 ay; bundan sonrası için tek derdim, mümkün olduğunda fazla şey üretmek. Kimseyle ve kat’i olarak tartışmıyorum.

***
Velhasıl bana yeni bir proje verdiler. “Gelişim Okulları” projesinin bir alt kolu olarak, Amerika’lı ve Gana’lı öğrencilere Skype üzerinden, Dünya’da gündem olan önemli konular üzerine hazırlıklı tartışma ve sunumlar yaptırılması planlanan bir proje varmış geçen sene (bir tür Model United Nations tartışması). Fakat internet kalitesi kötü olduğu için bağlantı kurulamamış, çocuklar da kocaman ciddi raporlar hazırladıklarıyla kalmış, sinir olmuşlar. Proje ile ilgilenecek gönüllü de olmadığından MDC konuyu rölantide tutmuş.
Çocukların da talebi ile bu projenin uluslararası bir online öğrenci kulübüne çevrilmesine karar verildi. Artık öğrenciler, sunumlarını video’ya çekip, kullanıcı adı ve şifre ile girdikleri ortak bir web alanına yükleyecekler. Tartışma ve tabii bir sürü sosyal başka şey bu alan üzerinden yürüyecek. İki farklı okuldan, 6’şardan toplam 12 öğrencim var. (Amerika’dan 1 okulumuz ve 6 öğrencimiz var şimdilik. Steffi'nin söylediğine göre bu okul Amerika’nın en ünlü zengin okullarından biriymiş, Obama’nın kızı da bu okuldaymış.) Gana’lı öğrenciler, biraz da proje için özel seçilmiş olmalarından kaynaklı, çok çalışkan, çok zeki, istenenin çok fazlasını beceren çocuklar. Birbirimizi de pek sevdik, çok zevkli olacak :) Bunun yanında dönem dönem kalabalık öğretmen gruplarına verilen bilgisayar eğitimlerinde rol almaya devam edeceğim.

***
O yüzden şimdi, dışarıda Harmadan eser, çocuklar sınav olurken, önümüzdeki döneme hazırlanıyorum.
MDC'ye, işeyiş’lere, işleyemeyiş’lere, gerginliğe mola… Harmadan geldi.

P.S. Harmadan fotoğrafını ben çekmedin, interneten aldım. Umuyorum ki Kumasi o hale geldiğinde ben güney'de sahilde olacağım.

Sevgiler,