31 Aralık 2011 Cumartesi

KANO BANYOSU!

-          Hadi kuru mevsimin ortasında sağanak yağmura yakalandık tamam, rahmet yağıyor dedik de, şu üstümdeki yelek bari olmasaydı! Bi’ de kirli ki.. Bırak korumayı, kirlerini süzüyor ensemden aşağı..!  Hayır, kıpırdayamıyorum da, kano sallanacak, içeri su girecek :))))))

Bu Gana memleketinin en bi’ uç köşesinde (Güney – Batısı oluyor, Fildişi sahili sınırının kıyısı) okyanustan az içeride bir göl, gölün üstünde kurulu bir köy… Geldiğimden beri orayı sayıklıyordum, annemler geldiğinde oraya gideceğiz diye. Efendim efsane şu; 500 yıl kadar önce, sanırım kölelikle ilişkili bir sebepten ötürü, bir kabile diğerini kovalıyormuş. Kaçan kabile, yerleşecek güvenli bir yer bulamayınca göle doğru ilerlemiş, suyun yüzeyinde uygun bulduğu yere de köy kondurmuş. Gel zaman git zaman burayı evleri bellemişler, tehlike kaybolduğunda taşınmaya ihtiyaç duymamışlar. İyi has, 70-80 hanelik bir köy halkı, okuluyla, kilisesiyle, bakkalıyla, tavuklarıyla suyun yüzünde yaşıyorlar.
Biz mi nasıl ulaştık? Ortam turistik olduğu için, devlet burayı organize bir hale getirmiş, göle açılan akarsu kollarını temizleyip düzenleyip, ulaşım imkânı sağlamış. Gana’da ücra sayılan “Beyin” adındaki köye araba ile ulaşıp, orada kiraladığımız kano ile göl yüzeyinde 1 saatlik kano yolculuğu yaptık. Şimdi kano derken... En geniş yeri yarım metre, boyu 4 metre kadar bir yekpare ahşap kano. Kapasitesince yolcuyu alıp da yüzmeye başladığında suyun yüzeyiyle bir yükseklikte oluyor. Pek bir derinliği de yok, oturduğumuz kısım, ayaklarımızdan 30 cm kadar yukarıda. Meali şu; kıpırdadığın an sallanmaya başlıyorsun, sallandığında da kano su alıyor. Senin kıpırdamayışın yetmiyor, kanonun içinde senle birlikte oturan diğer kişilerin de sabit oturması gerekiyor :) Kanoya yerleştik; en önde ve arkada birer kürekçi, önce abim, ikinci ben, arkada annem, onun arkasında da –sudan korkan şöförümüz Nicholas (kendisi büyük cesaret gösterdi, canından can verdi bu 1 saatlik seyehatte ama hiç istifini bozmadı :) –

İlk birkaç dakikanın gerginliği…
Ardından gelen rehavet: “Yol da uzunmuş, alıştım galiba ben artık”
Sonra: “Bu ne muhteşem bir yer böyle!”



























***
Tüm evleri, yapıları, geçit ve köprüleri bambulardan yapmışlar. Çok sağlam, sert, dayanıklı malzeme. Üstelik Gana’da yerde gökte yetişiyor, şık bile duruyor. Minik minik, içinde yalnızca çift kişilik yatak ve bir dolaba yer bulabilen küçücük köy evleri var suyun üstünde. Onun dışında aklınıza ne gelirse var; bar’dan tutun da, okula kadar.



Gana’da zaman geçirmeyi planlayarak girdiğiniz köyde yapmanız gereken temel bir şey bulunuyor; geldiğinizi köyün şefine kibarca “bildirmek” bir nevi giriş izni almak. Burada da bizi önce şefe götürdüler. Burada iş iyice turistik hale gelmiş tabi, şef bir masanın başına oturmuş, gelenleri karşılıyor. Sıra bize geldiğinde karşısına oturduk, burada ne yaptığımızı anlattık, bu köyü yaşattıkları, şehre taşınmadıkları için onlara teşekkür ettik. Sonra her köyde karşılaşmadığımız ikinci bölüme geçtik, köyün okulunu geliştirmeye çalışıyorlarmış, turistlerin yaptığı bağışların değerini dinledik, bir ufak bağışta bulunduk, anne kızlık soyadımıza kadar detaylı bilgi istedikleri bir listeye isimlerimizi girdik.

Köyde birkaç adım attığımız anda öğrendiğimiz 3-5 ilgi çekici satır;





























Köyde elektrik yok, 1-2 tane jeneratör var.
Evlerin tuvaleti yok; köyün bittiği noktanın sonunda uzunca bir bambu koridor, onun da ucunda müstakil 2 tuvalet bulunuyor. Tabii ki altı boş :)
Tüm Gana köylerinde olduğu gibi, burada da her taraf çocuk. Bu çocuklar bu suya düşmez mi, çocuğu anneler çocukları suya düşecek korkusuyla yürekleri ağızlarında gezmez mi…? Yok, olmuyormuş öyle bir şey :)
***
Ardından geri dönüş yolu…
Annemin kuru mevsime inat, geldiği an itibariyle görmeyi dilediği sağanak yağmur, bizi “üstündeyken kıpırdama yasağı bulunan” o kanonun üzerinde yakaladı. Geri dönüş yolculuğu için kanoya yerleştiğimizde yağmur yalnızca çiseliyordu, ilk kürek darbesiyle hızlandı, sonra sanırsınız ki muson yağmuruna döndü. Bakın yol 1 saat, kıpırdamadan tam 1 saat boyunca ıslandık! Islanmak denmez ona duş aldık! Sırt çantamın içinde fotoğraf makinesi vardı bir taraftan.. Kano’nun tabanına dolan yağmur ıslatmasın diye can yeleğini çantamın altına koydum, deri şapkamla da üst kısmını kapattım, kendim de üstüne abandım.


Bu da böylece, Gana’da Harmadan vakti yediğimiz 1 saatlik yağmur, kıpırdamamaya çalışarak kahkaha atmaktan nefessiz kaldığımız gün oldu… Ne eğlendik :)

***
Burada dönen dünya başka dünya, hayatlar başka hayatlar. Çevrede dolaşan belki binlerce öykü, bakan gözlerin seçtiği binlerce başka renk var. Abimden kendi seçtiklerini anlatmasını istedim.
Yazdığı “tanıdık” manzaralara bayıldım, hepsinin “tanıdık oluşu”ndan ayrı zevk aldım. Her biri ayrı dikkate değer; uzun uzun okunsun tadı çıksın diye 2 parça halinde ekleyeceğim blog’a.
Buyrun Abi Yazıcı'nın Gana'sına:

































Catwalk in Africa


Afrikalilar ama ozellikle kadinlar, genc yasli, guzel cirkin farketmiyor, hepsi manken adimlariyla yuruyorlar. Acik sari sisin icinden bana dogru gelen veya salina salina uzaklasan bu insanlar gercek gorunmuyor...
Belli belirsiz bir insan formu, kafasinin tepesinde bedenini tamamlayan yukuyle birlikte sessizce beliriyor. Devasa tropikal kumsalin bir ucundan yavas yavas nem bulutunun icinden cikiyorlar. Kafalarinin uzerinde tasidiklari buyuk yukleri dengede tuttuklari icin olacak bir mankenin. Adimlariyla bana yaklastikca ancak yuklerinin ve bedenlerinin detaylarini secebiliyorum.





Beyaz Adam


Etrafima baktikca o kadar cok dini mesaj goruyorum ki herhalde buradaki insanlarin kimliklerini tanimlayan ana unsur mensubu bulunduklari din, cemaat veya izledikleri kutsal kisi diye dusunuyorum. Benim icinse kimligimin daha once hic onemli olmayan bir tarafinin ortaya ciktigi yer burasi... Ben burada sadece "beyaz adam" oldum. Insan hep ayni insan ama bulundugumuz cevreye gore bizi tanimlayan ana kimlik unsurunun degismesi bana hep cok ilginc gelmistir. New York'ta is icin gecirdigim bir zaman boyunca birden Amerikalilar'in gozunde one cikan kimligimin "Avrupali" oldugunu farkettigimde cok sasirmistim. Onlar icinse gayet basitti, ben de bankanin Avrupa organizasyonundan gelen Ingiliz, Italyan ve Yunanli digerleri ile birlikte "Avrupali" ust kimliginin altina yerlestirilivermistim. Oysa ulke olarak yillardir uyesi olmaya calistigimiz AB icinde calisirken veya yasarken oncelikli kimligim "Turk" olmak. Avrupa'nin gobeginde yasarken kesinlikle Avrupali degilken kita degistirince "Avrupali" olmak ilginc bir deneyim olmustu ve kimlikler uzerine dusunmustum. Bu kitada da birden "beyaz adam" oluverince bu dusunceler tekrar aklima geldi. Turkiye'deyken de bir sekilde hep nereli oldugumuz gundeme gelir ve dogdugumuz yerin yarattigi cagrisimlar biz istemesek de kimliginizi belirlemez mi zaten!... Yillardir yaptiklarimiz, egitim, meslek, aile, es, cocuklar v.b. gibi kimligimizi kendimiz icin belirleyen butun hersey bir kenara itilir ve ana kimlik unsurumuz nereden geldigimizden cikartilmaya calisilir. Neyse, yillardir kaniksadigim bu ana kimlik unsurumu asagida tekrar ozetleme calisiyorum:
"Ben su anda Afrika'da seyahat eden bir beyaz adamim. Avrupa'da yasayan bir Turk'um. Istanbul'dan geliyorum. Samsun dogumluyum ama ailem Unyeli... Icinden"








Pazarlık Oyunu
Aslinda ben pazarlik etmeyi hep eglenceli bulmusumdur. Bir tur oyun gibi, karsilikli binbir turlu manevra, sakalasma ve laf kalabaligi arasinda fiyatta kucuk/buyuk avantajlar yakalamak uzerine kurulmus bir oyun...

Telefonda Evrim'e gun boyunca her an ve her sey icin pazarlik etmekten yoruldugumu soyledigimde bana sen Isvicreli olmussun dedi!.. Ama ozellikle Akra'da gecirdigimiz 2 gun boyunca taksi soforleriyle pazarlik etmek cok yorucuydu.

Oncelikle yollari cok bozuk, altyapisi ve kamu tasimasi olmayan bir sehir hayal edin, sonra bunu nemli bir tropikal iklim, cigerleri yakan bir egzos kokusu, toz ve kumla icinize cekin ve buyuk bir kesmekes icinde yarim saatte ancak 1-2 km ilerleyebilen trafige ekleyin... Iste bu ortamda taksiler tek ulasim alternatifimiz oldu. Her taraf binlerce taksi kayniyor, cogunluk 1980'lerden hatirladigimiz modeller, muhtemelen ilk trafige ciktiklari ulkelerde hurdaya ayrildiktan sonra buraya getirilmis ve cesitli modifikasyonlardan sonra "hibrit" araclara donusmusler!

Bu araclarda pek tabi ki taksimetre yok, onun yerine pazarlikmetre var. Yaklasik soyle bir diyalog gerceklesiyor:

BY - Bilmemne caddesine kaca gidersin?
Taksici -20 Cedi

(Bu noktada hemen "Oooo" veya "Eeiiii" gibi uzatilarak soylenen unlemlerden birini yapiyoruz ki bizim keriz turist beyaz adam degil de burali beyaz adam oldugumuzu sansin :)

T-peki sen ne verirsin?
BY-yok yok cok pahali, sen git, baska taksi cevirecegim.
T-peki peki 15 olsun.
BY-5 veririm
T- cok az, 10'a gotururum.
BY-6 vereyim gotur.
T-8 olsun, cok trafik var.
BY-7 tamamsa biniyoruz.
T-hadi binin!

Bu arada tabi ki taksi bildigini soyledigi adresi bilmiyor ve biz trafikte gecen zamani dusunerek kendimizce adil olan bir sekilde 7-10 arasi bir odeme yapiyoruz.

Daha bu sekilde anlatilabilecek cok hikaye var ama gercekten cok yoruldum bu pazarlik isinden... Daha boncuk ve maske alirken yasadiklarimizi anlatmayi dusunmustum ama hatirladikca yoruldum tekrar....

Aslinda boncukcularda gecirdigimiz zaman cok eglenceliydi, Esra bir eline aldigi bir suru kolye, bilezik, incik, boncugu bana gosterip, "abicim bunlarin hepsini 30 Cedi'ye aldim, bana para uzatir misin?" Dediginde ben iki elimdeki dolu dolu ganimetleri gosterip "Ne? Cok pahali, ben az once iki elimdekilere 30 odedim" demistim. Bunun uzerine saticilara donen Esra gayet patavatsizca "abim cok pahali diyor, yan taraftan daha ucuza almis" demis ve iki aile birbirine girmisti! Neyse sonu tatliya baglandi ve o gun seyahatin en eglenceli anilarindan biri olarak hafizamda yer etti...
Bilgehan