6 Aralık 2011 Salı

BEŞ DAKKA’DA DEĞİŞİR BÜTÜN İŞLER – 3

Önce şehirler bitti. 
 
Sonra kasabalar.
Sonra hiç köy görmemeye başladık.
Geldiğimden bu yana görmeye alıştığım kuvvetli yeşil tonlarındaki, ıslak, bereketli ve bol sürprizli ormanlar; yerini az ağaçlı çalılık- boş alanlara bıraktı. Orman yine var ama farklı. Artık kara, bükük, kabuklu gövdeli, tanıdık İç Anadolu ağaçları var çevremde. Görüntüsünden bereket akan kırmızı toprak bitti; şimdi turuncu sarı bir bozkır kumunda, “hafiften kayarak- ilerliyoruz. Güneydeki bereketi geride bıraktık. Yerleşimin hiç bitmediği, yollar boyunca insana eşlik eden Gana köyleri meğer ülkenin yarısına kadarmış. Ülkeyi dikine keserek sürekli yukarı çıktığımız 5 saatlik seyahatimiz boyunca köyler seyreldi, küçüldü, fakirleşti, karardı…
Bir noktada şoförüm Nicholas dedi ki, Esra biliyorum depo yarı dolu ama benzin almamız gerekli. Bu noktadan sonra benzinlik yok, bizi Mole’ye götürüp geri döndürecek yakıtımız olduğundan emin olmalıyım. “Hiçliğin ortasında” deyimine yakışır bir benzinlikte mola verdik. Tek benzin tankı da paslanmış olan istasyonda arabadan inip, burada bulunduğum anı belgelemek istedim. Buyrun yanda belgesi :)

***
Hava serinliyor. Gündüz boyunca dikine gelen güneşin aşırı sıcağı geçiyor, akşam serinliği çöküyor. Güneş batmak üzere iken Mole National Park’a (Mole Ulusal Doğa Parkı) varıyoruz. Park’ın içinde bir motel’de kalacağım. Adının Motel olmasından kaynaklı, beklentimi klasik Gana standardında tuttuğum bir anda – banyosunun, terlikle de olsa, ayağımı basabileceğim temizlikte olması idi tek beklentim- karşıma bir vaha çıktı! Asker tatil kampları olur hani… Asker aileleri gider tatil yaparlar; gazinosu, restoranı, havuzu ve temel ihtiyaçlara cevap veren odaları vardır…
Doğru düzgün bir banyoda –sular kesikti, yine kovadan banyo yaptım; olsun, alıştık :) yıkanabildiğim için mutlu, keyiften dört köşe olmuş şekilde restorana yönlendim. Tepecik bir yere kurulu motelimde, yağmur mevsiminin henüz kesildiği bugünlerde, rengini yeşilden sarıya henüz çevirmemiş olan Gana savanını seyrettim.

Yemekte yanıma Hollanda’lı bir grup öğrenci denk geldi. 15-16 kişilik kızlı erkekli bir grup, tek başıma oturmakta olduğum masamda çevremi sardılar, konuşmaya başladık. Üniversite 3 ve 4. sınıf öğrencileri imiş, okulda seçmeli aldıkları bir ders kapsamında 6 haftalığına Gana’ya gönüllü gelmişler. Bölümlerine göre farklı farklı işler yapıyorlardı burada; okulda öğrencilere eğitim veren de var, yetimhane’de miniklerle vakit geçiren de. Konaklamayı, okudukları üniversite ayarlamış; yerel ailelerin yanında yaşıyorlar. Yani her gönüllü ayrı bir evde, farklı şartlarda bir deneyim yaşıyor. İlk hazırlık esnasında, kendilerine doldurulan bir formda “ev tipi” sorusuna verdikleri cevaba göre yerleştirildiklerini söylediler. Tam olarak ne ile karşılaşabileceklerini bilmeden yaptıkları bu seçimlerde, bazıları “geleneksel gana köy ev”ini seçmiş; çatısı palmiye yaprağından, yerleri toprak dairesel kerpiç oda-ev’ler. Yere koyulmuş bir sünger üstünde uyuyorlarmış, neyse ki cibinlik var diyorlar, gece boyunca palmiye yapraklarının arasından böcek yağıyormuş çünkü. Neler neler… Tuvaletleri anlattılar, mutfakları, ailelerin yaşantısını, her sabah 5’te kalkmayı…
Bulundukları şehir Tamale, kuzey’in büyük şehri, Mole’ye 2 saat uzaklıkta. Ne Asanti’yi biliyorlar, ne fufu’yu, ne plantain’i, ne görgemli ormanları, ne büyüleyici Gana renklerini. Yaşadığımız tecrübe taban tabana zıt. Daha 2 hafta olmuş Gana’ya ayak bastıklarından bu yana. Onlara, güney’e gittikçe görecekleri yerlerden bahsettim, hatta bir rota çizdim, kalacakları yerlere kadar not ettim. Onlar ilgilendikçe ben kendimi daha bir “yerleşik” daha bir “bilgili” hissettim :) İnsan ne kadar kısa sürede nelere alışıyor…
*
Evimizde, kendi olağan ritmimizdeyken aynaya bakıp gördüğümüz bir sürü özelliğimiz vardır ya... Kendimizi, yaparken görmekten mutlu olduğumuz, “olmaktan”  övündüğümüz bir sürü şekilde algılarız. Yeni kişilere kendimizi sunarken, farkında olmaksızın bu iyi özelliklerimizi “paylaşır”, bununla doyar, iyi hissederiz…
Burada insan, kimliğinin parçalarının, bırakın önemini yitirmeyi, bilinmediği bir dünyada, herkes kadar hiç kimse olmayı öğreniyor.
Çok fena sarsıyor adamı. Bu yaşına kadar biriktirdiğin tüm gurur verici özelliklerinden boşanıp, yeniden tanımlanmaya başlıyorsun. Nietzche’nin sözü vardır ya, öldürmeyen dert kuvvetlendirir, diye. Buradaki tecrübe, sıkıştırılmış dert terapisi gibi. Kısa sürede çok fazla zorluyor adamı. Ne kadar kuvvetlendiriyor, onu zaman içinde göreceğiz ama bu tecrübeyi henüz 20 yaşındayken yaşayan o şanslı öğrencilere imrendim doğrusu.
*
Sabah 7’de arabalara doluşup safari’ye çıktık. Hayvanlar sabah erkenden ve hava kararmadan hemen önce, su bulmaya gelirmiş. Bölgede iki cılız akarsu var, gün içinde o akarsuların farklı noktalarına turist götürüyorlar ki hayvanlarla karşılaşalım. Gana, Afrika’nın safari bölgelerinden değil, aslan, zürafa, panter gibi hayvanlar bulunmuyor. (Onları görmek isteyenler için, Kenya, Tanzanya ve Güney Afrika daha uygun) Burada göreceğimiz hayvanlar daha ziyade geyik ve antilop türleri, çeşitli maymunlar, yaban domuzu ve fil. Herkesin aklı fikri fil’de tabii. Önde rehber, arkada kalabalık turist grupları, günde birkaç kere fil aramaya çıkılıyor. Benim tek atımlık kurşunum vardı; sabah gittiğimiz safari’de ne yazık ki  fil çıkmadı karşımıza. Ama onun dışında pek çeşitli hayvanlar gördüm. Buyrun fotoğraf ziyafetine :)






P.S. Fotoğrafların devamı facebook’ta, “like” edip devamlı takip edebilir, ya da sadece tıklayıp fotoğraflara bakabilirsiniz.

http://www.facebook.com/pages/Anne-ben-afrikaya-ta%C5%9F%C4%B1n%C4%B1yorum/199743423431912#!/pages/Anne-ben-afrikaya-ta%C5%9F%C4%B1n%C4%B1yorum/199743423431912

Sevgiler,