14 Kasım 2011 Pazartesi

ONA GÖRE FETİŞ BANA GÖRE ŞAMAN PEŞİNDE...

…Ana yoldan, kırmızı toprak bir patikaya saptık. Artık varlığına alıştığımız türden iki derin hendeği arabayla aştıktan sonra, genişçe bir otobüs durağı geçtik. Yüzü beyaz kireçle boyanmış bir kadın; burun ve göz çevresine topraktan bir maske tutturulmuş bir adam; aralarında elinde çalı süpürgesiyle zıplamakta olan yalınayak bir çocuk… “Obroni”lerin uğramadığı bu köyde ne işim olduğunu merak ediyor, uzun uzun beni süzüyorlar. İlerliyoruz.
Bu sefer karşımızda, eve benzeyen, dikdörtgen biçimindeki avlunun çevresine dizili, enine uzun ince 3 bina.  Ortada beşgen şeklinde, çatılı bir yapı. Beşgenin her kenarını dolduran birer sandalye bulunuyor, ortası boş. Binaların dış cephesi boyunca ahşap sedirler. Sedirlerin üstünde oturan kadın ve erkekler. Herkes gibi, sessizce oturuyoruz biz de. Kwaku bu rahibi daha önce görmemiş. “Saygılı bir biçimde bekleyeceğiz, onlar bizi yönlendirecek” diyor. Neden sonra bir adam gelip bizden para istiyor. Kwaku, twi dilinde, olmaz diyor. Cümlenin devamında, obroni, gönüllü ve merak kelimelerini seçiyorum. (Twi, içinde bulunduğumuz Asante kabilesinin 2 milyon civarında insan tarafından konuşulan dili, ama İngilizce öyle yerleşik ki, bazı kelimelerin yerel karşılığı hiçbir zaman bulunmamış, o sayede mevzuyu anlamak –ara sıra da olsa- mümkün). Adam gidiyor, binalardan birinin içine giriyor, güler yüzle geri dönerek, içeriyi gösteriyor.
-          Ayakkabılar çıkacak. Yapabilir misin?
-          Tabii.

***
Rahip bir kadın!
Geleneksel elbiseler içinde, elleri ayakları hem manikürlü hem kalıcı kırmızı ojeli, yalınayak bir kadın! Tamamı beyaz fayans kaplanmış bir odada, iki basamak yukarıda, taht gibi ahşap bir koltukta oturuyor. Duvarda tozlu çerçeveler içinde fotoğrafları asılı. Farklı dönemlerde çekilmiş, eskisi yenisi bir arada fotoğraflar. Üstlerinde, kendisine hitaben yazılmış, minnet bildiren ifadeler ve imzalar var. Bizi, tam karşısındaki iki sandalyeye buyur etti.
Uzun uzun Kwaku'yla konuştular önce.
-          Esra, üzgünüm, bugün ayin yokmuş, başka rahip deneyeceğiz.
-          E hani Pazar günleri oluyordu bu ayin?
-         Öyle demişlerdi ama ruh bugün gelmemiş… Senin ilgilendiğini anlattım, önümüzdeki hafta yapılacak ayine davet ediyor. Pazar sabah 10.00’da.
-         Ruhun ne zaman geleceğini nasıl bilebiliyor?
-          Kendisi çağıracakmış. Bir de senin fal işini sordum. Ruh kendi bedenindeyken seninle ilgili pek çok şey söyleyebilirmiş ama şu an bizden farksız.
Önümüzdeki hafta geldiğimizde fotoğraf makinama izin verecek! Karşılığı para değil. Hediye.
***
Bugün bu fetiş rahiplere dair yeni sayfalar açıldı gözümün önünde… Şimdi öncelikle, fetiş rahip, geleneksel din dedikleri inanç sistemi içinde çalışan din adamları. Bir kısmının farklı misyonları da var, var olan değerli bir ruha hizmetkârlık yapmak gibi (Geçende gördüğümüz “altın taht”ın ruhunun koruyucusu fetiş rahibi hatırlarsınız. O amca meğer ünü ülkenin dört bir yanına yayılmış önemli rahiplerden birisiymiş. Kumasi’nin büyük hastanesinin yerine o karar vermiş örneğin, ruhların rahatsız etmeyeceği, güvenli bir yermiş orası.) Onun dışında tüm rahipler ve tabii “geleneksel din”, tek tanrıya inanıyor, bunun yanında doğanın, enerjini ve ruhların uyum içinde olması gerektiğini savunuyor, her birine saygıyla yaklaşıyor. İnanca göre tanrı, gökte oturuyor, dolayısıyla gökyüzünün ve hava durumunun önemi aşikâr. Bunun yanında güneş ve ayla ilişkilendirdikleri pek çok ayin var. Topraktan ve sudan gelen ruhlardan bahsediyorlar. Ayin denilen şey de, bulunulan coğrafyadaki, toprak veya akarsuyun ruhunun, rahibin bedenine gelmesiyle başlayan müzikli danslı bir seremoni. Rahipler bu ayin esnasında “bilinmez” bir dil kullanıyormuş. Rahibin yetiştirmekte olduğu asistan tarafından, ayine katılanlar için çevirisi yapılan bu dili başkaları anlayamıyormuş. Bilmem bir yakınlık kurdunuz mu?.. Bahsedilen “geleneksel din” pagan dini değil… Şamanizm’den bahsediyorlar. Şamanizm’i okuyalım diyenler için: http://tr.wikipedia.org/wiki/%C5%9Eamanizm
Wikipedia’ya göre Şamanizm, yalnızca Orta Asya’da ve Türkler tarafından kabul edilmemiş. Dünya’da pek çeşitli lokasyonlar veriyor, bu dini uygulayan kabilelere dair. Aralarında Kuzey Afrika var ama, Gana’nın bulunduğu Batı Afrika’dan bahsedilmiyor. Batı Afrika inançlarını araştırınca ise birkaç kuru mitolojik hikaye var ama Şamanizm’le bağlantı kurulmamış. Zaman içinde daha iyi anlayacağımı umuyorum.
Fetiş rahiplerin, ayin yapmak dışında birkaç önemli işi daha var. Şifacı’lar. Buraya gelirken gördüğümüz otobüs durağındaki insanların yüzlerindeki boya ve toprak, rahibin yaptığı bir şeymiş. Rahipler büyüye genellikle karışmıyor fakat bir tür mahkeme görevini üstlenmiş durumdalar. Birisinin işlediği bir suçtan şüphelenildiğinde, büyü ile kişiyi konuşturuyorlar. (Örneğin sıkça duyduğum bir hikayeye göre rahip, elindeki tavuğu keserken söylediği sözler ile, suçunu itiraf etmeyen suçlu kişinin ruhunun, ölü tavuk bedenine hapsedilmesi suretiyle kişiyi ölüme mahkum edebiliyormuş.) Halk da korkusundan ya suç işlemiyor, ya da işlediği suçu itiraf ediveriyormuş.
***
Bir sonraki rahip, adını asla hatırlayamayacağım bir köyün merkezinde. Maviye boyanmış bir binanın dış yüzeyine resmedilmiş, geleneksel kıyafetler içinde bir adam görüyoruz. Arabaya park yeri ararken Kwaku'nun tanıdığı bir adam koşuyor peşimizden. Rahibin asistanı imiş. Twi dilinde uzun bir diyaloğun ardından 2 cedi ihtiyacı hâsıl oluyor. 5 cedi var, veriyorum. Kwaku ve asistan el sıkışıyorlar, 5 cedi el değiştiriyor. Sonra yine twi dilinde cümleler… Adam bize bir telefon numarası veriyor, arabamızı çalıştırıp uzaklaşıyoruz.

-          Eee n’oldu?
-         Bugün ayin yokmuş.
-         Ne olacak peki?
-         Lafı çok geveliyordu, para istiyor olabileceğini düşündüm, o yüzden “bahşiş” verdim ama öğrenebildiğim tek şey bugün ayin olmayacağı. Haftaya Pazar günü, gün içinde belli olurmuş, o yüzden telefon numarasını aldık, gelmek istersen önce asistanı araman gerekecek.

Gana’da, tüm diğer ülkelerde olduğu üzere kanun olarak devletin yasama kurumunun koyduğu kurallar geçerli. Ek olarak, her şefin kendi bölgesinde oluşabilecek özel durumlar için alt-kanun bulunuyor, ki bunlara şef karar veriyor. Örneğin, Müslümanların da Hıristiyanlar kadar çok olduğu bir bölgenin şefi / sahibi, Cuma gününü Müslümanlar için resmi tatil edebiliyor. Alt-kanunlar da devlete bildiriliyor, bunun kaydını tutuluyor. Bununla birlikte her şef, bir rahip seçerek, bölgesini onun ruhani liderliği altında yönetmeyi tercih edebiliyor. Bölgede birçok rahip olabilir ama –şef seçmiş ise- bir tane ruhani lider bulunuyor.

***
Üçüncü rahibin yerini bilemiyoruz. Sıcaktan da bunaldığımız için Kwaku'nun ailesinin evine uğruyoruz. Herkes abisi, herkes kardeşi, herkes çocuğu… Gana’da kuzenler kardeş sayıldığı için kim kardeş, kim değil anlamak güç. Gerçek kardeşin mi diyorsun, evet diye cevap geliyor. Gerçek babam, kanım dediği adam amcası çıktı! Biraz sonra, benim çiftlik diyeceğim, onların hayvanlarını besledikleri bahçe saydıkları yerde gerçek babayla tanıştık, kendisi ağacın altında şezlonga uzanmış radyo dinliyordu. Ortamda keçiler, koyunlar, tavuklar, köpek ve kediler… Film gibi :)


Annesi bizim için yemek yapmış. Ortadan ikiye ayrılmış, haşlanmış plantain’i, ıspanakla hazırlanmış özel bir sosa batırarak yedik. Bir lezzetli anlatamam… Sos şöyle; -içinde fındık, ceviz filan dövülen bakır havan’ı bilirsiniz. Onun, tahtadan yapılmış, çapı 40-50 cm kadar bir versiyonunu düşünün, bu yemek havanının içinde ıspanak yaprakları ve bolca baharat uzun uzun dövülüyor. İçine halkalar halinde mor soğan atılıyor, o da beraberinde dövülüyor. İyice krema haline geldiğinde tuz ve palmnut bitkisinin yağı ekleniyor. Karıştırılıp servis ediliyor. Bu plantain bitkisi Türkiye’ye hiç gelmiyor ama bu sos ekmeğe de sürülüp yenir. (Gana’da sarımsak yetişmediği için dışarıdan geliyor ve çok pahalı. O yüzden soğan kullanıyorlar, sarımsak daha çok yakışır.) Merak edenler için, tabii ki elimizle yedik.





Son olarak; Kwaku, köye her geldiğinde ölmüş kızkardeşinin mezarını ziyaret edermiş. Eve çok yakına kurulu büyük bir mezarlıkta yatmaktaymış. Birlikte gittik. Enteresan geldi… Hristiyan, Müslüman ve “geleneksel din mensubu” mezarları aynı mezarlıkta, yan yana. Mezarın şeklinden hangi dine mensup olduğunu anlamak bazen mümkün olsa da, çoğunlukla seçilemiyor. Çoğu mezar, mozale-vari kaplamalarla kapatılmış. Zengin evlerin mozaleleri mermerken, diğer mozaleler kalebodur veya fayans döşeli. Mezar taşının içine yerleştirilmiş, camla çerçevelenmiş bir fotoğrafı bulunuyordu ölmüşün. Kızcağız 21 yaşında ölmüş. Nedenini sordum. Aniden ateşlenmiş, birkaç gün sonra da ölmüş, nedenini anlayamamışlar. “Bu dünyadaki süresi bu kadarmış, ruhlar erken aldı onu” dedi.
-          Kwaku, amcanın eli titriyordu fark ettin mi. Sol omzu da azıcık aşağıda duruyor.
-          Yok fark etmedim.
-          Tamam. Kwaku, amcanın eli önümüzdeki sene daha fazla titremeye başlayacak, hareketleri de biraz yavaşlayacak. Sana sabahları yataktan kalkarken hissettiği ağrılardan bahsedecek. Ruhlar istediği için değil ama hasta olduğu için. İnternetten “Parkinson” kelimesini aramanı istiyorum senden.

***
Üçüncü rahibin yerini Kwaku'nun babası söyledi fakat yol bir felaketmiş diye gitmekten vazgeçtik. Bu işlerden anlayan baba, rahip olmasa da fal bakabilen birisinin adresini verdi. Gittik yeni bir köye.
Klasik sahneler… Oooooooob-roni! Peşimde çocuklar…
Tüm köylülerle birlikte, Müslüman falcımızın camide namazının bitmesini bekledik. Kendisi 55-60 yaşlarında, geleneksel giyimli bir amca. Bizi, enine uzun ince koridorlardan geçirerek odasına götürdü. Tavandan sarkan ve yatağı odanın geri kalanından ayıran tül perdelerin diğer yanına buyur edildik. Eski tarz, sade ahşap iskelet üzerine minder yerleştirilen koltuklar vardır ya hani, 80’lerde tüm memur evlerinde var olan cinsten. Oturmam için gösterilen koltukta süngerin dışı kadife ile değil, kalın plastikle kaplanmış. Biraz hışırdıyor ama dikkatim odanın geri kalanında. Sinekler yakamızı bırakmıyor burada da. Stor perde mantığıyla yapılmış cam pencerelerin arasından, bulunduğumuz yarı karanlık odaya çizgi çizgi ışık sızıyor. Işıkların arasında bir görünüp bir kaybolan sineklere bakmaktan vazgeçiyor falcıma odaklanıyorum. Beni koltuğa, Kwaku'yu tabureye oturtuyor, kendisi de yere seccadenin üstüne bağdaş kuruyor. Başlıyor konuşmaya…
“Müslümanlıkta fal yoktur, ruhlarla iletişim kurabilen kişiler pek çeşitli şeyler söyleyebilirler ama fal dediğin anda işin içine şeytan girer. İyi ve kötü bir sürü şey gösterir. Bunların arasında pek azı doğrudur fakat hangisinin doğru olduğunu seçemeyiz. Eğer bir falcı, falında doğru olmayan kötü bir kehaneti söylerse, o şerrin başına gelme ihtimali artar. Kur’an da yasaklamıştır zaten fal ile şeytan ile uğraşmayı. O yüzden, iyi bir Müslüman fal baktırmamalıdır. Ben senin için dua edeceğim, başına iyi şeyler gelmesini dileyeceğim ama falına bakmayacağım.”
***
Anacım, şaman ayini seyretmeyi umarken ne acayip diyaloglar içine girdim ben? Yok, ben istemiyorum fal filan… Zannettim ki “Hande’ye gidelim de bir keyfimiz yerine gelsin” cinsinden fal baktıracağız. Birileri birkaç deniz kabuğuna bakıp bana “hayatımda ne de güzel şeyler olacağını” söyleyecek, sarılıp ayrılacağız. Yok yok… Hiç işim olmaz bu insanların bir ayağı öteki tarafta... Ya da artık bilemiyorum nerede ise…
Yalnız merak ettim, bu adam madem Müslüman, madem bu işler bu kadar tehlikeli… Kendisi neden falcılık yapıyor..?
P.S. Rahiplerin fotoğraflarını çekmeye izin yoktu ama Kwaku'nun ailesinin fotoğraflarını çektim. Fotoğraflar yine facebook’ta. “Like” edip sürekli takip edebilir veya sadece fotoğraflara bakabilirsiniz.


Sevgiler,